25/03/2012

Errorist'ten Bir Bölüm:

 
Nikaragualı abim, “Başkalarının söylemlerine aldırma; it ürür, kervan yürür. Türkiye’de siyaset çok temiz yapılıyor; oysa sen, kaygan zeminlerde, elastiki manevralarla başarılı olabilecek birisin. Gelecek hafta ülkemizde genel seçimler yapılacak. En iyisi, ikimiz beraber iki haftalığına Nikaragua’ya gidelim, muhtemelen oyları silip süpürecek olan efsanevi başbakanımızın uygulayacağı telkin ve propaganda yöntemlerini burada tatbik edelim,” dedi. Mantıkça uygun bir teklifti, kabul ettim. Nikaragualı abim sefarethaneyle konsolosluktakilerin tamamını tanıyordu, formaliteleri şipşak halletti ve hiç vakit kaybetmeden o gece dolunayda, birbirinden şık hosteslerle dolu bir uçakla yola çıktık.

Jeopolitik bağlamda dikkati çekmeyen bir ülke olan Nikaragua, cennet yurdumun tam tersine demokrasiyi özümsememiş bir yerdi ve bilumum cinslikler hüküm sürüyordu. Güdümlü yönetilen tüm ülkelerde görüldüğü üzere diktatörlüğü andıran bir demokrasileri vardı. Metodik biçimde baskı altında tutulan ve sindirilen halkın gıkı çıkmadığından, danışıklı muhalefet yapsınlar diye ajanlara para ödüyorlar, ancak karşıtlıklara tahammül edemedikleri için samimi muhalifleri ya hapsediyorlar ya katlediyorlardı. Her yiğidin bir yoğurt yiyişi varmış. Eski Yunan tiranları gibi iktidarı zorla ele geçiren despot hükümdarın, yani halkın deyimiyle idealist başbakanın, seçim gezilerinde yaptığı kıvrak manevralar aklımı başımdan aldı. Direk gibi olan sinirli başbakanın dört çocuğundan ikisi kız, ikisi de erkekti. Usta politikacı, din eğitimi veren okullarda tahsil görmenin faziletlerinden dem vurmasına rağmen, yavrularını bizim imam hatiplere benzeyen mektepler yerine İngiltere ve Amerika’daki modern okullara yollamıştı. Bu konuda kendisini suçlayamıyorum, demek ki bir bildiği vardı; zati dini müfredatıyla bilinen okuldan mezun olmuş. Papaz olayım, derken cayıp da siyasete atılan ve halkı papaz eden, yani sağ gösterip sol vuran başbakanın dehşet bir yeteneği olduğunu çakozlamıştım. Elbette emperyalistlerin bakış açısıyla diyorum, keşke allahlık Nikaragua halkı için de aynı kanıya varabilseydim. Kukla başvekilin bir konuda hakkını yemeyeyim; hakikaten alçak gönüllüydü, zira Talibancı liderlerden birinin önünde diz çöküp poz verdiği fotoğrafları elden ele dolaşıyordu. Eğer fotomontaj değilse, gazete küpürlerinden görebildiğim kadarıyla basbayağı alçalmış, hemen hemen yere yapışmıştı. Bu biçimde, “Devalüe olmuş lira kadar kıymeti olmayan kişilerin karşısında bile yerlere kapanıyorum, varın gerisini siz düşünün,” mesajını veriyordu. Bu kadar tevazulu birine daha önce rastlamamıştım.

Bakanları arasında dilinden düşürmediği, icraatçı bir “abi”si vardı. Abi demesi saygıdandı, yoksa akrabalık bağı yoktu. Pigmeler kadar kısa ama kalın olan abisinin işlevinden memnun olmalıydı ki görev veriyordu. Tüysüz yetimin paralarıyla, seçim bölgesinin futbol takımına transfer sezonunda futbolcu hediye edebilen hünersiz abisi şanslıydı, çünkü o diyarda ortalığı bulandıracak Anıl gibi bir tehdit unsuru yoktu. “Kimin parasını kimlere, babanın malı gibi dağıtıyorsun ulan?” diyerek keline konan sinekleri öldürecektim, ancak yanına yaklaşma fırsatı bulamıyordum. Hınzırlaşan adam öyle ekşi laflar ediyordu ki acaba bunları hangi organından çıkartıyor, diyordum. Cinstir çeker, boktur kokar, demişler; karda yürüyüp izini belli etmeyen babasının laf yumurtlama yeteneğinden esinlenen oğlu pastörize yumurta fabrikası kurmuş, dış işleri bakanı da kurdeleyi kesmişti. Yerli yersiz, “Babalar gibi satarım,” diyen şişko abi, babaların nasıl satılacağını bilmediğimden, asabi manyaklaşmama neden oluyordu.

İdareimaslahat dersleri veren başbakan sallallahu aleyhi ve sellem efendi hazretleri, seçim gezilerinden birinde, ambarındaki stokları eritemediğinden yakınan ve “Bu sene anam ağladı,” diyen bir çiftçiye bas bas bağırıyordu: “Artistlik yapma lan! Ananı da al ve git!” Laf söyledi bal kabağı! Kendi kendime, “Arkadaş, bu hışımlı adam sertlik politikasını düstur edinmiş olmalı, zira marabaya ana avrat küfretmek istiyor, ancak mevzuatlar izin vermediğinden bu kadarla yetiniyor. Muaşeret adabını hiçe sayan saldırganlaşma taktiğiyle kimse önünde duramaz, koalisyonla değil, ezici bir çoğunlukla, tek başına iktidara gelir,” dedim ama bir yandan da sapla samanı karıştırdığından pipiriklenmiştim. Neden ananı da al ve git, dedi de, babasını alıkoydu? Gitmesine izin vermeyip kendine sakladığı babasıyla ne gibi bir işi olabilirdi? İster istemez, özelleştirmeler öncesinde “abi”sinin pek sık telaffuz ettiği, “Babalar gibi satarım,” cümlesini hatırladım. İş içinde iş vardı, hem de ne iş! Serüvenlerini okurken gözlerimin yuvalarından pörtlediği, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük hafiyesi Sherlock Holmes’un dahi bu konuyu açıklayabileceğini sanmıyorum.

Kendisini eleştiren ilerici yazarlara, “Beğenmiyorsan çek, git!” diyen Nikaragua’nın statükocu başbakanı coşmuştu bir kere, durdurmak ne mümkün! Yalçın kayalıklarıyla bilinen bir mevkide eşkıyayla çarpışırken kalbinden kurşunlanıp hayatını kaybeden bir askerin naaşının kaldırıldığı esnada öyle şeyler söyledi ki duyduklarıma inanamadım. Hani neredeyse, “İyi ki şehadet şerbetinden içti de güme gitti, yaşayıp da ne halt karıştıracaktı?” gibisinden, “Askerlik meşakkatli meslektir, yan gelip yatma yeri değildir,” demesin mi? Her önüne gelene çatmaya koşullandığından, şehitlik hadisesini bu basitliğe indirgemişti. Üstüne üstlük, gerillalarca katledilen şehit henüz defnedilmemişken, tabutunda yan gelip yatarken bunları söylüyordu. Keder veren bu vakadan sonra bir an için imana geldim ve “Ya rabbim ya resullallah! Madem her şeye muktedirsin, bu lafları kahraman şehidin duymasını sağla da büyüklüğünü göreyim. Eğer el âlemden önce sana biat etmez ve cihat için yollara düşmezsem puşt olayım,” dedim. Ağzından çıkanı kulağı işitmeyen ya da ilmi siyaset icabı odunlaşan liboş başbakan şanslıydı, çünkü yüce Mevla yıllarca serserilik yapan kulunun dualarını kabul etmemişti. Yatsın kalksın, Allah’a dua etsin! Yoksa şehit, korkunç bir gök gürültüsü eşliğinde, yarılan tabutun içinden Nikaragua bayrağına sarılı olarak çıkar, katafalka bir yumruk indirir ve akabinde, “Senin Ebu Ceddini!” diye bir nara atarak öfkeli başvekil efendiyi sıçtığı deliğe kadar kovalardı. Karizmatik başbakanın hasımlık kokan laflarından acayip bir mana çıkıyordu. Şu hâlde, terörün en yoğun yaşandığı bölgelerde görev yapanların, utançlarından elli sene insan içine çıkmamaları gerekirdi, çünkü mermiye kafa atarak şehitlik yahut gazilik mertebesine ulaşmayan herkes yan gelip yatmış bir haindi. Rehabilitasyon merkezinde tedavi gören gazilerin dahi bu sözlerden hoşlandıklarını sanmam. Hinleşen hazret kahramanlık taslıyordu ama prostatlı oğlu çürük raporu almış ve askerlikten muaf tutulmuştu; bunu öğrenince hepten sıdkım sıyrıldı. “Âleme verir talkını, kendi yutar salkımı,” bir durumdu ve samimiyetsiz siyasetçi resmen, “çük keyfine eyvallah, iltihaplanan mermi yarasına yallah!” diyordu. Bağırıp çağıran, sövüp sayan hiddetli başbakan işi kolaylamıştı; seçimlerde müthiş bir oy patlaması yapacağına şüphem kalmamıştı. Malum, deveye diken, insana öpen yaraşırmış, derler.

Hissikablelvuku dedikleri bu olsa gerek; oyların sayımı bittiğinde, hırçınlık eden adam yüzde elli iki küsurlu bir oy oranıyla tekrar iktidara gelmişti. Türk halkının, “İmam osurursa cemaat sıçar,” vecizesindeki derin manayı kavramıştım. Evet, dağ taş bok kokuyordu, yabancısı olduğum ve rutubetten elaman çektiğim o muhiti terk etme zamanım gelmişti; kabinesini kuran başbakanın güvenoyu almasını beklemeden derakap aziz vatanıma döndüm. Türkiye’de demokrasi yok, diyenler utansınlar, cennette yaşıyor ama kıymetini bilmiyormuşuz. Bu gerçek, Nikaragua senatosunu ve işleyiş esaslarını görünce kafama dank etti. Ömründe kimselere sövmeyen, eleştirileri rahatlıkla göğüsleyebilen ve bir kişiyi bile mahkemeye vermeyen toleranslı başbakanımızın ayağının altında pas pas olmamız gerektiği aşikârdı. Elin kâfir başbakanı, “Ceketimi koysam seçilir,” diye beyanatlar verirken, elimizdekinin kadrini kıymetini bilmeyip ayakta uyumamız ayıp kaçıyordu.

Bunlara ilaveten, dizginleri ele alan Nikaragua başbakanı hayli şaşkın ve tutarsız biriydi. Ünlü bir şair İsa’nın rahmetine kavuşunca onun cenazesinde şiir okumaya kalktı, ne ki berbat okuyordu, yani şiiri katletmekten kodese tıksalar yeriydi. Üstelik merhumun şiirini okuyorum sanırken bir başka şairin dizelerini dile getirmişti. Medyada kıyamet koptu, büyük gazete ve televizyonların eli kalem tutan yazarçizer takımı, ölçüsüz konuşan başbakanla maytap geçti, derken soysuz düşünürlere kepaze olan soylu başbakan, beceriksiz müşavirini görevden alarak alnındaki kara lekeyi temizledi.

Nikaragua ordusu da bir âlemdi. Siyaset yasağına rağmen bilhassa generaller politik yaşamın ayrılmaz bir parçası hâline gelmişlerdi. Muvazzaf ordu mensuplarının, keyfi emirle kurulan bir sosyal yardımlaşma vakfına üye olmaları yasayla zorunlu hâle getirilmiş, emekli generallerin aile efradı için tam bir arpalığa dönüşen dev bir holding doğmuştu. Subaylarla astsubayların maaşlarından yapılan kesintiler toplamı akla ziyandı. Ye babam ye bitmez, yönetim kurullarındaki emekli paşalardan, paşazadelerden tutun, çaycı ve hademelerine varıncaya değin ordunun kaymağını yiyen herkesin gülücükler saçtığı devasa bir çiftlikti. Nikaragualı abimin demesine göre, orduevleriyle diğer askeri ve sosyal tesislerin müştemilatında iki senede bir restorasyon veya tadilat yapmak suretiyle devletin ödeneğini çarçur ediyorlarmış. Bu yüzden mutfak, kalorifer kazanı, banyo, sıhhi tesisat gibi aksamın dört sene dayanması mucizeymiş. Medenileşmeyi hiçe sayan o ülkeden güzellikler diyarı memleketime sağ salim dönerken dünyanın en mutlu insanıydım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder