Yazar, trader, horgeneral, Türk Silahsız Kuvvetleri Başkomutanı, Yokluk Fonu reisi, Hıyanet İşleri Başkanı, kuş pezevengi, düş hekimi, hayal taciri, borsa peygamberi, parayolları genel müdürü, parabulucu, kültür aristokratı, üstün korkaklık madalyası, beyaz zenci, haymatlos, tektuşconi, heccav, beisicumhur, meritokrasi, ekomünist, futbolog, sütkolik, arbitraj, satranç, snooker, müzik, briç, body building, kafes dövüşü. Yedi kitabımı da google.books'a yükledim.
Cumartesi, Aralık 12, 2015
Perşembe, Aralık 03, 2015
Pazar, Kasım 29, 2015
Pazar, Kasım 22, 2015
Perşembe, Kasım 05, 2015
Pazartesi, Ekim 26, 2015
Pazar, Ekim 25, 2015
Pazar, Ekim 18, 2015
Cuma, Ekim 09, 2015
Pazar, Eylül 20, 2015
Cahillik
Bu ülkede yaşayan biri cahilliğe mahkumdur, tek çıkış yolu var: Gavurca öğrenecek, kafiristandaki eserlere hatim indirecek. Kendi adıma anırıyorum, bin civarında İngilizce eseri devirebilsem gam yemem, gözüm açık gitmem. Kelime dağarcığmı geliştirirsem, otuz-kırk bine çıkarırsam, İngilizce yazabilirim. İnziva hayatı yaşamak, bir köpek edinmek, kana kana okumak, keyifle yazmak, spor yapmak, birinci derece kan bağım olan akrabalarım dahil (Babamın sülbundan gelen dalyarakla fitneci anamı imliyorum,) tüm Türklerle irtibatı kesmek gibi bir idealim var. Olacak ya da olacak. Coni'nin yüzü suyu hürmetine burada bekliyorum, yoksa çoktan tüymüştüm.
Hayatımın En Mutlu Ayları
İyi ki kaza geçirdim, elmacık kemiğim kırıldı ve ameliyat oldum, yoksa Sığacık'tan Ankara'ya gelmezdim. Hayatımın en güzel aylarını yaşıyorum, maddi ve manevi anlamda doygunluğa kavuştum, tatmin oldum. Beni borsayla özdeşletirenlere müjdeleyeyim: Şimdilerde euro/dolar paritesinde (Beklentilerimin çok ötesinde bir performans sergiliyorum, şans mıdır, deha mıdır, anlayamadım gitti, ancak paraya önem vermediğim için aldırmıyorum, işime bakıyorum,) terör estiriyorum. Tek hedefim kaldı: Sonbahardan sonra biraz diyet yapacağım, baklavaları (Aslında şimdiden çıkardım ama süper definasyon için yağların tamamını eritmek lazım,) dizeceğim, kafiristana hicret için aportta bekleyeceğim. Minik kuşum büyük dostum Coni çok yaşlandı, kanaryaların sekiz ile on yıl yaşadığı söyleniyor ama o on bire girdi. Burada sırf onu bekliyorum, ne pahasına olursa olsun tüyeceğim. Cukkayı stokladım, her ülkede yaşayabilirim, yeter ki vizeyi koparayım. Antrparantez, İngilizcemi bayağı geliştirdim, kıro Alamancıların yirmi senede öğrenebildiği Alamancadan katbekat fazla İngilizce biliyorum. Cenabıtotem nasip eylerse Türk doğdum, gavur öleceğim.
Çarşamba, Eylül 16, 2015
Reziliazam'dan Alıntı
Benim gibi
kuramsal bilginize, zekânıza güveniyor ve “Zincirlerimden başka kaybedecek
neyim var?” diyebiliyorsanız, para sizin için amaç değil araçsa, net biçimde
ifade edeyim, kenara ayırdığınız parayı yok sayabiliyorsanız, kesinlikle borsayla
tanışmanızı öneriyorum. Köpeklik eden ve deveyi havuduyla yutan iktisatçıları
ancak İstinye sırtlarında tokatlayabilirsiniz. Halkı soyan abuzittinleri
soymaktan daha güzel bir şey olabilir mi? Şunu da kafanıza kazıyın: Sanal
âlemde kafanızı çalıştırıp reel dünyada kazanç sağlayabileceğiniz tek yer
borsadır.
Cuma, Eylül 04, 2015
Reziliazam'dan Alıntı
Bir Türk’ün
normalleşebilmesi için olmazsa olmaz şart nedir? Kesinlikle yurdum gazetelerini,
bilhassa köşe olmuş köşe yazarlarını okumamalı, spor yayınları
ve belgeseller haricindeki televizyon yayınlarını
izlememeliyiz. Ajansları internet sitelerinden, yabancı gazetelerden,
reutersten filan anbean takip edin, fakat berrak dimağınızı tekelci medyadan
koruyun. Bu şaşırtıcı gerçeği keşfettiğimde otuz dört yaşımdaydım, yani hayli
geç kalmıştım. Maalesef hepimiz papağanlaşıyoruz, ileri sürdüğümüz fikirler
kendimize ait değildir, bir yerden okuduğumuz ya da duyduğumuz safsataları bire
beş katıp kişniyoruz. Borsadaki başarımın tılsımlı formülü bu kaçışımdır;
menetmekten değil bilinçli bir tercihten bahsediyorum, bu nüansı atlamayın.
Pazar, Ağustos 30, 2015
Cuma, Ağustos 28, 2015
Perşembe, Ağustos 27, 2015
Cumartesi, Ağustos 22, 2015
Çarşamba, Ağustos 12, 2015
Twitter Hesabım
Twitter hesabımı 12.08.2015 akşamından sonra gizliye ayarladım, böylece finansal tüyolar verebilirim, keyfimce kükreyebilirim. Bu iş iyi oldu, artık parazitlerden kurtulacağım. Borsa yorumculuğunu bırakalı on yılı geçti, pılı pırtıyı topladığımda aylık 25 lira ödeyen 39 üyem vardı, senelerdir twetter'da kişniyorum, hem yazarım hem emsalsiz borsacıyım, beni iplemiyorlar, daha doğrusu gizlice takip ediyorlar. Sizi gidi köftehorlar! Siz giderken ben geliyordum, bildiğinizin bin mislini unuttum. Hacıyatmazlar! Kanaryamın çükünü yiyin, benle müşerref olmak şereftir ve sizi bu şereften yoksun bırakıyorum, yeni durumunuzu (Kimseye şerefsiz demedim, öyle anladıysanız ne yapabilirim?) sorgulayın.
Pazar, Temmuz 19, 2015
Fosyalist! (Not:Reziliazam'dan Alıntıdır, Her Hakkı Saklıdır, Başka Yerde Neşredilemez,)
Ey fosyalist
denilen insan müsveddesi! Sosyalist eşkâline bürünüp martaval okumayı bırak,
özüne dön! Sayende öğrendim ki kuduz köpekten kaçmayacaksın ama Türkiye
Cumhuriyeti pasaportlu bir vatandaş, “Ben sosyalistim,” diye lafa başlıyorsa
arkana bakmadan kaçacaksın. Kuduz köpeğin ısırığının muhtemel zararlarını bir
ayda tamamlanan beş aşıyla bertaraf edebiliyoruz, fakat mutasyona uğrayan
fosyalizm virüsünün çaresi yok! Elektron, proton ve nötron parçacıkları uzmanı
olan Einstein abimin meşhur teorisine göre bir gram maddenin enerjiye
dönüşümünden vasati bir insanın 23500 yıllık ihtiyacını karşılayacak ölçüde
kilokalori enerji elde edilebiliyormuş; şayet fosyalistlerin tamamını enerjiye
dönüştürmeye kalksaydık, evrenin sonu gelebilirdi. Şu hâlde onları yok etmeye
de gelmez. Varlıkları bir dert, yoklukları bin bela! Yaktın bizi fosyalist,
Allah belanı vere!
Perşembe, Temmuz 02, 2015
Dolar'ın (USD) Cenazesi - THE FUNERAL OF USD
Konjonktür
muvacehesinde dolarla olan evliliğimizi bugün itibarıyla sonlandırdım;
talakıselaseye uygun olarak üç defa "Boş ol!" dedim, yeşil sarıklı hocadan boşanma ilamını aldım, müftüye
de Mecelle'ye, şeriata, kapitalizme, Marksizm’e uygunluğunu tasdiklettirdim. USD
öldü, totemuteala rahmet eylesin! Amin! Merhumun çok ekmeğini yedim, mekanı
cehennem olsun ki orada da görüşelim.
Pazar, Haziran 28, 2015
Perşembe, Haziran 25, 2015
HZ. MELİH GÖKÇEK (REZİLİAZAM'DAN ALINTIDIR, HER HAKKI SAKLIDIR, İZİNSİZ YAYIMLANAMAZ)
HZ. MELİH GÖKÇEK
Öncelikle
belediyelerin kaynaklarını spor kulüplerine aktarma modasının öncülerinden olan
Sefa Sirmen ve Celal Doğan gibi mümtaz şahsiyetleri şükranla anıyorum. Onlar
sayesinde bazı kendini bilmez belediye başkanları yol, su, elektrik,
kanalizasyon, altyapı, kültür ve benzeri lüzumsuz işler yerine asli görevlerini
öğrendiler. Hikmetine sual olunmaz yüce iblislerim hasbelkader bir gün muhterem
Sirmen ve Doğan ile ıssız ve tenha yerlerde teke tek karşılaşmamızı
lütfeylerse, yanımdan ayırmadığım meşe odunumla kendilerine karşı beslediğim
derin muhabbet ve bağlılık duygularımı sunmaktan imtina etmem. Böylece,
gıllıgışlı erketecilere tapınmayı şiar edinen Reziliazam’ın hürmetinin
nişanesini ebediyete intikal edene dek taşırlar.
Ankaraspor,
Keçiörengücü ve Askispor derken son olarak Ankaragücü’ne boyunduruk vuran
başkent belediye başkanı Melih Gökçek’e Allah zeval vermesin; devletin kasasını
boşaltana kadar esenlikli ve uzun bir ömür sürsün! Âmin! Bir asır önce ücra
köşelerde gizlice futbol oynayan limonatacıları hafiyelerine kovalatan
hünkârlar vardı. Şimdiyse, “Allahtan başkasına hesap vermem,” parolasıyla
hükümranlığını ilan eden Hazreti Melih bin Ahmet Gökçek’i görüyoruz.
Zatıalileri benim indimde evliya mertebesindedir, ayrıyeten son padişahtır.
Kefereden devşirilen medeni yasanın gazabına uğrayan sultanımın haremi yok,
lakin zevcesi ve dahi veletlik devirlerini geride bırakan şehzadeleri var.
Allah nasip ederse, bu memleketin anasını ağlatma işini, yani sevinçten ağlatma
mevzusundan bahsediyorum, onlar devralacaklar. Ankaragücü başkanlığı makamını
bileğinin gücüyle işgal eden yetenek abidesi şehzade Ahmet Gökçek’in huzuruna
çıkabilseydim, en kralından bir temenna çaktıktan sonra bir de kafayı… kısacası
kafasını kullanırsa Ankaragücü’nü Şampiyonlar Ligi’nin finalinde
oynatabileceğini söylemek isterdim, fakat prensipleri gereğince derbeder
hicivcilerle muhatap olmuyorlar.
Ankaraspor,
Süper Lig’e çıkmadan önce maçlarını Keçiören’de yapıyordu. Ben olanca
rezilliğimle tavukgötü büyüklüğündeki tribünde oturabilecek yer arıyordum ama
Allah’ın futbol sahalarındaki elçisi Melih Gökçek, maçlardan önce sahanın
ortasına helikopterle teşrif ediyordu. Avrupa ülkelerinde bir belediye başkanı
bu biçimde davransaydı, “Gel lan buraya, halkın vergileriyle toplanan paraları
hangi hakla çarçur ediyorsun?” diyerek adamı dolandırıcılıktan tutun,
envaiçeşit yolsuzlukla suçlayıp görevden alırlar, büyük olasılıkla hapse
tıkarlardı. Frenk diyarlarında beyhude yaşayan cahil ve cibilliyetsiz
ekselanslara boşuna gâvur demiyoruz; gelsinler, idareimaslahat dersi alsınlar.
Bana gelince, helikopterin kalkış ve inişinin ne denli maliyetli olduğunu
bildiğimden, bu debdebeli ve forslu yaşantısına hayran kaldığım değerli
başkanımıza her seçim döneminde oy vermeyi ihmal etmedim. Ölsün, gene ona oy vermezsem
namerdim. “Dirisinin hayrını görmedim ki ölüsüyle hayal kırıklığına uğrayayım!”
manası çıkarmayın, “kendilerine sonsuza kadar bağlıyım,” demeye getiriyorum.
Vefa borcu denilen bir şey var ve bunu gösterebilmek adına iskeletine bile oy
veririm.
Padişahım
bonkörce harcadığı paralarla Ankaraspor’u Süper Lig’e çıkardı, transfer
harcamaları itibariyle üç büyüklerle yarıştı. Çokbilmiş spor duayenlerine
sorsanız, “Tüysüz delikanlıların vergilerini hesapsız kitapsız şekilde sağa
sola saçtı da ne oldu? Sonuç havayla cıva değil mi?” derler. Kerameti kendinden
menkul o kalemşörleri, sayın başkanımın arabalarıyla yol kesip adam sopalayan
yiğit şehzadelerine havale ediyorum. Uluların en ulusu, yücelerin en yücesi bir
hakanı savunmak elbette Reziliazam’a düşmez, ancak iktisat yasalarını bilmeyen
zevzek dayanışmacıların havlamalarına ifrit olduğumdan susamıyorum. Evet,
başkanımın bilmem kaç milyar dolarlık borç yükü altına soktuğu büyükşehir
belediyesini resmen iflasın eşiğine getirdiğini, borçlarının bir kısmını olsun
çevirebilmek için özelleştirmeler yapıldığını öne süren it kopuk çıkabilir,
makro ve mikro iktisada aklım ermez, ancak bu mevzu sanıldığı gibi kötü
değildir. Bilakis Türk ekonomisinin gelecekteki devasa hamlelerinin başlangıç
noktasıdır. Kaz kafalı ekonomistlere şöyle izah edeyim: Birisi zengin diğeri
yamalı pantolonla dolaşacak kadar fakir iki kişi düşünelim. Hangisi çok
çalışır? Yo, yatağı kastetmiyorum, tabii ki yoksul vatandaşların kalantorlarla
rekabette başarılı olabildikleri yegâne alan yorgan altıdır. Açlıktan kemikleri
birbirine yapışan gariban yurttaş, zeytin ekmekle karnını doyurma pahasına gün
boyunca eşekler gibi didinirken, ötekine genel müdür maaşı da verseniz
mesailere bağımlı kalmayı kabul etmez; özcesi yoksulluk çalışmaya, bir şeyler
üretmeye yol açıyor. Şu hâlde, Türk milletinin muhtaç olduğu kudret,
damarlarındaki A (RH) pozitif kanlardan ziyade fukaralıktadır. Padişahım bu
yampirilikleri hepimizden iyi biliyor ve Türk halkının karıncalar gibi
çalışmasını istiyor. Elde barkta zırnık kalmayınca ilkin vergiler artacak,
bilahare tek tük görülen iflaslar genele yayılacak, derken necip milletimiz
yetmiş sente muhtaç olacak ve bir lokma ekmek uğruna yollara düşecek, sonuçta
cennet vatanımda aylak insan kalmayacak. Ne muhteşem bir plan! Bu ülkede Hz.
Melih Gökçek misali milli serveti ziyan edecek ve devleti devasa borç yükü
altına sokacak on tane daha vatansever belediye başkanı bulunsaydı, altı aya
kalmadan moratoryum ilan ederdik. Keşke bu tür bir fiyasko gerçekleşseydi,
çünkü gırtlağına kadar borca batmış Türk halkının köle misali günde yirmi saat
çalışacağına ve Japon mucizesini sollayacağına tüm kalbimle inanıyorum. Tembel
politikacıların büyük başkanımızı sevmemelerinin esbabımucibesi budur. Allah belalarını vere, tiz kelleleri
vurula! Âmin!
Herkes ahkâm
keserse işler yürümez. Neymiş, padişahım futboldan anlamıyormuş. Tamam,
şehzadelerin de anlamadıklarını kabul ediyorum ama daha iyidir, asıl
anlasaydılar Türk futbolu mahvolurdu. “Iskartaya çıkarılan futbolculara
harcanan o meblağla ben transfer yapsaydım, rahatlıkla üç sene peş peşe
şampiyon olur, Fenerle Cimbom’u kovaya çevirirdik,” dediğinizi duyar gibiyim.
Benim şapşalak kardeşim! Ağzından çıkanı kulağın duymaz, sağda solda hot zot
atar, padişahımla şehzadelerimize laf çarparsın. Ne yani, tüm kupaları
Ankaraspor veya Ankaragücü toplasaydı daha mı iyi olurdu? Egoistlik etmeyelim,
sadece küçük bir azınlığı değil, Türkiye genelini düşünelim. Padişahımın
iddiasız takımları sayesinde Süper Lig’in on yedi takımı da mutlu oluyor, ancak
sen bencillik yapıp yalnızca Ankaragücü’nü düşünüyorsun. Soruyorum: Bir insanın
mutluluğu mu yoksa on yedi insanın mutluluğu mu iyidir? Ankaragücü kaybedecek,
diğer ekipler kazanacak! Reçete diye buna derim.
Muhayyer
padişah Melih Gökçek ihtiyaç duyulması hâlinde halifelik makamını da layıkıyla
doldurabilir, haddizatında her türlü eleştiriyi göğüsleyebilen, toleranslı bir
şahsiyettir. Misal, padişahlar muhaliflerinin boyunlarını vurdururlar, fakat
asaletine kurban olduğum Melih başkanın buna benzer bir münasebetsizliğe
kalkıştığına rastlamadım, yalnızca mahkemelere verip süründürmekle yetiniyor.
Ne asil bir ruh ya Rabbi! Fatih Sultan Mehmet padişahlıktan emekli olmasına
rağmen SGK’den maaş alamama talihsizliğini yaşadı, ondan türeyen nesillerin
osuruktan başka silahı kalmadı; Fatih’in torunlarından biri olmama karşın
Babıali’de naralar eşliğinde taarruza kalkmıyor ve sabırla bekliyorsam,
kadirşinas halkımızın Hz. Melih Gökçek’in hakkını teslim edeceğine olan
inancımdandır. Padişahım sen çok yaşa! Gerçi dualarım kabul edilmez ve rotanı
öbür dünyaya çevirirsen de gözün arkada kalmasın, çünkü araçlarıyla yol kesip
milleti kötekleyen şehzadelerin yerini almak için aportta bekliyorlar. Ya
Rabbi! Melih Gökçek’e uzun ömür ver ama bana da sabır ver. Âmin! Gayri dayanamıyorum,
yani muhaliflerini görmeye dayanamıyorum.
Not: Reziliazam'dan alıntıdır, her hakkı saklıdır. Başka platformlarda izinsiz yayımlanamaz.
Not: Reziliazam'dan alıntıdır, her hakkı saklıdır. Başka platformlarda izinsiz yayımlanamaz.
Pazartesi, Haziran 22, 2015
Güvercinler Bu Sabah (22 Haziran 2015) İlk Yumurtayı Bıraktılar
Kerkenezlerden sonra güvercinler balkonuma yuva yaptılar, bu sabah ilk yumurtayı bıraktılar. Dün gece kerkenez balkon demirinde uyudu, güvercin yuvada yattı, yani kerkenez şimdilik güvercine de yumurtaya da saldırmadı ama ileride yavruları yiyebilir.
Pazar, Haziran 21, 2015
Kuşlar Etrafımdan Ayrılmıyorlar
Kerkenezler balkonumda yuva yaptılar, altı yumurta bıraktılar, kuluçkaya yattılar, yavruları büyüttüler, derken şimdi de güvercinler balkonuma yuva yapıyorlar. Üç günden beri çalı çırpı topladılar, bugün öğleden sonra güvercinlerden biri yuvaya yattı, herhalde yakında yumurtlayacak. İşin garibi kerkenezler balkon demirine konuyorlar, yatan güvercine sataşmıyorlar ama yarın öbür gün yumurtayı yahut yavruları yiyebilirler. Ben işime bakacağım, güvercinleri ekmekle (Balkonun yanındaki pencereye bırakırım,) besleyeceğim. Bu işte bir gariplik var. Demek ki hayvanlar bana itimat ediyorlar. Vay anasını sayın seyirciler! Tabii bu yaz balkon bana haram oldu, halbuki ne hayallerim vardı. Sandalyeye kurulacaktım, birayı yudumlayacaktım, yıldızları seyredecektim. Totolar yattı!
Çarşamba, Haziran 17, 2015
Futbol Kamuoyunun Dikkatine!
Salakların
yöneticilik yaptığı kulüpler desteklenir mi? Transfer girişimlerine bakıyorum,
taraftara acıyorum. Yabancı bir takımda yedeğin yedeği olan bir golcü söylesem,
kelepire alınır, bizim kral (?!) Burak'ı top diye oynar. Wolfsburglu Bendtner
27 yaşında, Danimarka milli takımın as oyuncusu, gelgelelim Bundesliga'da forma
şansı bulamıyor. Şapşal yöneticilerimizle, dangalak menajerlerimizle bu kervan yürümez.
Romanlarımı İngilizceye veya başka bir dile çevirtsinler, yayımlatsınlar,
onlara düşük maliyetle süper bir ekip kurdurayım. Ajandama otuz iki yabancı
futbolcunun ismini kaydetmişim. Dangalak yöneticilerimizle ahmak menajerlerimiz
benle irtibat kursunlar.
Salı, Haziran 16, 2015
Pazar, Haziran 14, 2015
Pazar, Haziran 07, 2015
İnanın, keşke kaza yapmasaydım diye hiç hayıflanmadım.
Beni afsunladılar mı nedir, kötü gibi görünen her vaka lehime oluyor. Misal, geçen sene 12 ağustosta bisiklet kazası geçirdim, elmacık kemiğim kırıldı, 9 Eylül Hastanesi Plastik cerrahi kliniğinde ameliyat oldum, üç hafta sıvıyla beslendim, feleğimi şaşırdım, ancak cenabıtotem bana, "Ya kulum, seni eski haline döndüreyim, geçmişe ışınlayayım," dese reddederim, hatta toteme şirk koşarım. Niye? Bir kere kaza yapmasam Sığacık'dan kaçmazdım, lümpenle iç içe yaşardım. Ayrıca kaza bana yaradı. Örneğin eskiden tek tük de olsa saçım dökülüyordu, şimdi yerde, yastıkta, ... tek bir kıl göremiyorum; gerçi kelliği önemsemiyorum, gelecekte damdazlak kalsam da üzülmem; üstelik eskisinden daha güçlüyüm, benç preste doksan kilo (Oradaki spor salonu ameliyatımdan birkaç hafta sonra kapandı, yani cascavlak kalacaktım,) basıyordum, şimdi yüze çıkardım, barfikste tümden sapıttım. Bir de baklavaları dizdim, şeklimi şemailimi değiştirdim, kaslandım, gençleştim. Burada şahane besleniyorum, orduevinde tıkımlanıyorum. Kilo vermeme rağmen eski tişörtler bana dar geliyor, geçenlerde tişörtçüye gittim, XXL beden bana tayt gibi geldi. Tabii markadan markaya değişir, illaki uygun tişört bulunur, fakat eski gömleklerim, tişörtlerim, kazaklarım darlaştı. Bir de zihnimin berraklaştığını hissediyorum, en basitinden İngilizcemi hızla geliştiriyorum. Şimdi size soruyorum. "İyi ki kaza geçirmişim, amı götü dağıtmışım," diye dua etmekte haksız mıyım?
Cumartesi, Haziran 06, 2015
Horgeneral'in Girişinden İki Paragraf (Her Hakkı saklıdır, Hiçbir Yerde Yayımlanamaz)
Tekirdağ’da
doğmuşum, ancak İngiltere’de öleceğim ve mumyalanacağım. “Doğduğu yer neyse ne,
kâmil insan cızlamı çekeceği krallığı nasıl hülyalaştırabilir?” diye peşin
peşin ahkâm kesmeyin. Konuşabiliyorsanız konuşun da ibret alsınlar,
konuşamıyorsanız susun da efendi sansınlar. Elbette ölüler koşullayamaz amma
velakin ben ölülüğümden bahsetmedim veya mumyayım, demedim. Yüzde bir milyon
olasılıkla İngiltere’de defnedileceğim, haddizatında primitif gelenekçilerle
bin paunduna bahse girebilirim.
Her gün
içtikleri bir paket sigara ücretini yılda bir kitaba veremeyen moronlara
özenmez ve gizemli maceralarımı okursanız, samimi ve doğru olaylaştırdığımı
göreceksiniz. “Doğruyu konuşmak için iki moralist gerekir: Kabadayıca konuşan
ve efendice dinleyen. Ben dobra dobra mesaj versem dahi, bakalım gönüllüce
dinleyen idareciyi bulabilecek miyim? “Tarih bir yutturmacadır, nakledilen
öküzlüklere kanmayın, kapasiteli vakanüvis istediği gibi hikâyeler, kulaktan
dolma kusursuzluklar ile kudurganlıklara maksatlı ket vurur,” diyen hafızalı
Marksistleri utandırmak için gerçekleri tarafsız bir şekilde anlatacağıma ve
yanlıca incitişler ile kısıtlayıcılıkları iğneleyeceğime Kur’an, İncil, Tevrat,
Zebur, lise 2 tarih kitabı, ilkokul 4 matematik kitabı ve komünist manifesto
üzerine yemin ederim.
Not: Horgeneral'i yeniden yazdım, eklemeler-çıkarmalar yaptım ve bin misli güzelleştirdim, kült esere dönüştürdüm. İkinci baskısı için bir yayıncı bulabilirsem, daha iyisi yabancı dilde yayımlatabilirsem bayılacaksınız, kendinizden geçeceksiniz.
Gazilerle Niyaziler'den Bir Paragraf (Her Hakkı saklıdır, Hiçbir Yerde Yayımlanamaz)
Yolcu
yolunda gerek diyerek kendimizi dolambaçlarla dolu dağlara vurduk. Arazide
keklik gibi uçan, geyik gibi seken, lakin vergi beyannamelerini düzenledikleri
zamanlar haricinde vatandaş oldukları unutulan genç emekçilerle, bir önceki
gecenin fuhuş, eğlence ve bilumum müptelası oldukları keyfiyetin yorgunluğunu
Boğaziçi’ndeki yalılarında atmaya çalışan fasarya vatanseverlerin vatanını
savunmaya gidiyorduk. Vatanın, egemenlik için savaşırken rençperler ile
işçilerin, kaymağını yemeye gelince bankerlerin olduğunu o ana kadar hiç dert
edinmemiştim. Şu dağlar var ya şu dağlar! İnsanı zottirikleştiriyor,
zıbıdıklığını tasdikletiyor, diyeyim, artık gerisini siz çakın. Babalarının
parasıyla özel üniversitelerde yahut vakıf mekteplerinde tahsil yapan
mirasyedilerin canları sıkılınca, maksat spor olsun babından dağcılık branşını
seçip akrobatik figürler yapmaları başka, kaşlarının üzerindeki bitlerle, iki
kilo kuru fasulye yiyenlerden fazla osurarak, tabanları şişene kadar yürümek
bambaşkaydı. Tolga ile komiserim, bitlerle pirelerle âdeta arkadaş olmuşlar, akreplerle
yılanlardan korunma meselesinde uzmanlaşmışlardı. Uyku tulumlarında yatıyorlar
ve çevreye kazdıkları minik siperlere döşedikleri plastik boruların içini
gazyağıyla doldurarak akrep tehlikesini bertaraf ediyorlardı. Kumanyalarını
tasarruflu kullanabilmek yahut gıda takviyesi yapabilmek uğruna gerektiğinde
yılan veya kurbağa yiyen o şahıslarla aynı havayı teneffüs ettiğim için
böbürleniyordum. Sportif becerileri itibarıyla sıfırın altında seksen derecelik
potansiyele sahip çıtkırıldım dağcılar gibi kebap yaparak değil, her an pusuya
düşebileceğimizi yahut mayına basabileceğimizi düşünerek ihtiyatla
adımlıyorduk.
Not: Gazilerle Niyaziler'i yeniden yazdım, bin misli güzelleştirdim, ancak ikinci baskısını yapacak yayımcı bulabilir miyim?
Not: Gazilerle Niyaziler'i yeniden yazdım, bin misli güzelleştirdim, ancak ikinci baskısını yapacak yayımcı bulabilir miyim?
Deliminatör'den Alıntı (Her Hakkı Saklıdır, Hiçbir Yerde Yayımlanamaz)
Şabanlığımızı gösteren bir örnek vereyim. Amaçlı çocuklar dershane
kapılarında sürünüyorlar; ezelden beri söylüyorum, ya dershaneleri ya okulları
kapatsınlar. Benle hemfikir olmayacak ebeveynin alnını karışlarım, üstüne
üstlük inek gibi sağılıyorlar. Bakanlar takdire şayan bir çıkış yaptılar,
taşkın irini neşterleyeceğiz, dediler amma velakin çıkar odaklarının gazabına
uğradılar, Okyanus ötesinden şamarı yediler. Eloğlunun eli armut devşirmiyor,
yeşil takkesini silktirdi, euzubillahimineşşaytanirracim, dedi, eteğindeki taşı
döktü, ezelden beri bildiği hırsızlıkların, çaldırışların bir kısmını ifşa
etti. Açıktan açığa görüldü ki cemaatin sigortası attığında abajur yetmiyor,
ampul patlayabiliyor. Tamam, Tayyip ağam soruşturmalardan sonraki safhada
çirkefleşti, demokrasinin içine dışkıladı, o dilemmayı karıştırmayın,
dershaneciliğin benimsetilişine odaklanın. Diğer particiler yahut milyonlarca
seçmen AKP'yi bu kararından ötürü desteklediler mi kösteklediler mi? Yüzde
doksan dokuz onda dokuzluk bir kitlenin AKP'nin arkasında olması gerekirdi,
sadece dershanelerden nemalanan küçük bir zümre huysuzlanmalıydı ama öyle
olmadı. Muhalif partizanlar, goygoycular ve şakşakçılar ilkesizliği ilke
edinmişler. Hikâyeli gelişmeler dahi halkın aklıselimlik seviyesini ispatlıyor.
Paçanız sıkıyorsa kendinize zekâ ve kişilik testi yaptırın, boyunuzun ölçüsünü
alın. Hodri meydan!
Dershaneler
ilk etapta seyrekleşecekmiş, bilahare lağvedilecekmiş de falan feşmekân, sen bu
masalları külahıma anlat! Niyetin ciddiyse üniversiteye giriş sınavını
kaldırırsın, dershaneci de apayrı bir sektörde rızkını arar, mesela
baklavacılık, ekmekçilik, börekçilik, pastacılık, şekercilik, dokumacılık,
işportacılık, çantacılık, takunyacılık, tespihçilik, şilepçilik, parkecilik
yapar.
Fethullah
Gülen düne kadar efsaneleştiriliyordu, aklanıyordu, erdem timsali bir sembol
diye algılatılıyordu; şimdi tu kaka oldu, ne CIA ajanlığı kaldı ne esrarengiz
dikizciliği! Banknot kapıdan girince iman bacadan çıkıyor.
"Fethullah
Gülen onu dinletmiş, bunu izletmiş, ortanın sağını böldürtmüş," diyorlar.
Hizipçilik lafın dibidir, dedikodular beni bağlamaz, zati büyük olasılıkla beni
de takip etmiştir, hatta eline fırsat geçse bir kaşık suda boğabilir. Umurumda
değil, neticelenişe bakarım. Kamu namına bekçilik yapıyor, bundan iyisi Şam'da
kayısı! Nitekim servisçiliği çevikleştirmiş ve gıllıgışlı varyasyonları ifşa
etmiş, helal olsun! Molozluğuma rastlarsa beni de madaralaştırsın, elini şap
şap öpmezsem namerdim.
Kim ne derse desin, Fethullah Gülen bizi ayıltabildi; benim fakslarımı da
kaydettirsin, okuttursun, ıcığını cıcığını çıkarsın; biseksüellik, orospuluk
yapan birini tespit ederse afişe etsin. Cümle âlem yuhalasa bile ben
alkışlayacağım. Şu ana kadarki icraatları dolayısıyla kendisine saygı
duyuyorum, bahusus Ergenekon ve Balyoz'daki rolünü takdir ediyorum,
sığınmacıları dinçleştirebildi. Helal olsun!
Şerefli
insan yavşaklaşmaz. Sen gizli gizli şahsiyetsizlik yapacaksın, bir ispiyoncu
seni gammazladığında sızlanacaksın. Öyle yağma yok! Gıcıklığından utanıyorsan,
uslu duracaksın. Şuracığa yazıyorum. Ta üsteğmenliğimden bu yana takip edildim,
umursamıyorum, bir kere olsun kızdıysam şerefsizim, çünkü gizlim, saklım yoktu,
olmadı, olmayacak. Beni takip etmek yahut telefonlarımı dinlemek serbesttir, şu
safhadan sonra öyle de olması gerekir, çünkü yazarım, ammeye mal olmuş bir
portreyim.
Biz öylesine
salağız ki popüler zibidilerin dinlenişini destekleyeceğimize köstekliyoruz.
Ulan hırt! Sana ne? Ötürüklü bıçkınları dinlesinler, kirli çamaşırları varsa
diskalifiye etsinler, senin ambarına giren çıkan var mı?
Hukukçuların bildiği üzere illegal yöntemlerle elde edilen
bulgular delil olarak değerlendirilemiyor; yani fezleke olmadan kazıkçının
rezidansına girseniz, gizlice dinleseniz, kirli ilişkilerini teybe kaydetseniz,
fasa fiso! Pislikleri barizleştirdiler, mamafih bu maddeye isnaden
yiyiciliklerin üstü örtüldü; hamam bahşişi mealinden Ergenekoncularla şikeciler
aklandı. Mutlak yahut nispi butlan anlamam, barutla oynuyorlar, namuslu
insanların vicdanı sızlıyor, bir gün kaos çıkabilir.
Arnavut
kökenli bir ailenin çocuğu olan Hakan Şükür, namıdiğer Torinolu Şaban
dershanelerin kapatılmasıyla gönüllendi, AKP'den istifa etti ve grup
oturumlarına katılmadı. İyi de, kimse ona hangi dershanenin nasıl bir faydasını
gördüğünü, tahsil düzeyini filan sormuyor. Bu koç kaç dershanede ders başı
etmiş, niçin akademiye girmemiş ve zırcahilliği yeğlemiş?
Askeri darbelerin yolunu kesseniz de fark etmiyor, sivil cenahta da aynı
dümeni tezgâhlıyorlar. Yolsuzluk soruşturmasına başlanıldığı günden beri hukuk
çiğnendi, çünkü Tayyip ağam dukalık kurmuş, cancağzına yan bakılmasına tahammül
edemiyor, hukukçular yerine gugukçuları iş başına getiriyor. Böyle bir ülkede demokratlık
taslıyoruz. Yuh!
Kepazelikleri, sapıklıkları tek tek bölümlendirmeyeceğim, cümle âlem
biliyor. Beni dürüstlük timsali diye nitelendirecek nice kereste çıkar. Buna
rağmen bir savcı ifademi alsaydı, rahmetli babam beni korumazdı, bilakis
acımasızlaşabilirdi, “Vay teres! Ateş olmayan yerden duman çıkmaz, herhâlde bir
dubara tertipledi ki mahkemelik oldu,” derdi, hatta adliyecinin sırtını
sıvazlardı, “Hâkim bey, bu deyyusun çıktığına kaktırayım, bin dereden su
getirdim, moruklaştım ama adam edemedim. Bir halt karıştırdıysa gözünün yaşına
bakmayın, bahçelikli bir köşkte derakap asıverin,” babından öğütlerdi. Bir
bitaraf babanın, bir de yanlı şambabanın sesi aksediyor; atalığın başkalığını
sınıflandırabiliyor musunuz?
Deliminatör'den Bir Paragraf
Trajik bir
realiteyi yazayım, suskunluğumu affettireyim. Bir şüpheci yaşanmışlıkları inkâr
ettiğimi ya da abartışımı kanıtlayabilirse, sığırlığımı kabul ve ilan edeceğim.
Çok yönlülüğümü, ilgi alanlarımın fazlalığını sağır sultan duydu; hemen her
hobimde derinleştiğimi de vurgulayayım ki işin vahametini anlayın. Geçmişimi
şöyle bir kurcalıyorum da, bu yaşıma dek hiçbir totem kuluyla edebiyat,
felsefe, siyaset, din, dil, tarih üzerine iki kelam etmedik, futbol ve
cinsellik bahsi dışında derin derin tartışmadık, çünkü müşterek paydamız
somutlanmadı. Ne kadar acı bir ruh yalnızlığı! Bir istisnası yoktu, var diyen
bahisçi çıksın, babayiğitçe sistemleştirsin, viyadükten atlamazsam namerdim.
Ortada bir anormalliğin olduğunun farkındaydım ama hatayı kendimde arıyordum,
şekilsiz kütüklere benzemezliğimi kıymetlendiremiyordum, kara talihime lanet
okuyordum. Teğmen çıkar çıkmaz filozoflaştım; materyalist, ateist, didaktik,
felsefi, tarihi eserleri hallaç pamuğu gibi attım. Vinton Cerf denilen
hergelenin ayaklarına kapanayım, interneti icat etti, gönlüm açıldı, önceden ot
gibi yaşamışım.
Not: Deliminbatör'deki kelime bitişikliklerinin kimden kaynaklandığını bilemiyorum. Yayıncım tüm elemanları değiştirmişti, yeni dizgicinin acemiliği olabilir, inanın öğrenemedim. Ben yayınevi sahibi olsaydım, kusurlu bir kitabı tüketiciye vermezdim, ikinci baskıya geçerdim, zararı dizgicinin maaşından keserdim.
Not: Deliminbatör'deki kelime bitişikliklerinin kimden kaynaklandığını bilemiyorum. Yayıncım tüm elemanları değiştirmişti, yeni dizgicinin acemiliği olabilir, inanın öğrenemedim. Ben yayınevi sahibi olsaydım, kusurlu bir kitabı tüketiciye vermezdim, ikinci baskıya geçerdim, zararı dizgicinin maaşından keserdim.
Pazartesi, Haziran 01, 2015
Mister Orhan Pamuk (Reziliazam'dan alıntıdır, her hakkı saklıdır, izinsiz kopyalanamaz, başka yerde yayımlanamaz)
MİSTER ORHAN PAMUK
Dinamitçi
Nobel’in vasiyeti üzerine dağıtılan Nobel Edebiyat ödülü 2006 Ekim ayında
Mister Orhan Pamuk’a verilince tüm gözler haşmetmeaplarına çevrildi.
“Türkiye’de bir milyon Ermeni ile otuz bin Kürt katledildi,“ der demez Türk
Ceza Kanunu’nun 301’nci maddesi mucibince yargılanan, bittabi beraat eden
romancının ifade özgürlüğü problemine dikkat çekmek ve demokrasimizi
normalleştirmek amacıyla mükâfatlandırıldığını ileri süren epey muhabir var.
Ermeni soykırımını inkâr etmenin suç sayıldığı yasa Fransa Parlamentosu’nda
onaylanınca, aynı gün jüriden onaylı karar açıklandı. Bu müttefiklik, pırıltılı
ödülün siyasi sebeplerle verildiği savını destekliyor, Türkçesi hakkaniyet
tezini çürütüyor. Jurnalciliğe soyunan Mister’in hangi enlem ve boylamdaki
coğrafyayı kastettiğini bilmiyorum, muhtemelen Kızılderililerin iman tahtasına
çöken Birleşik Devletler ile Türkiye’yi karıştırmıştır. Tut ki o katliamlar
“Vatanım!” dediği topraklarda vuku bulduysa, bu seçeneği göz ardı edemeyiz.
Mister nüfus yoğunluğunun manasını bilir; sıkıysa Amerika’nın keşfinden sonraki
altmış yılda kıta nüfusunun seksen milyondan on milyona nasıl indiğini de
açıklasın. Depolitize kimliğine karşın perde arkasındaki sembolistlerin
talimatıyla ideolojik argümanlara değinen ve parlaklaşan Mister, “Ağzımızı
açtık, başımıza gelmeyen kalmadı,” babından mızırdanmasın, su testisi su
yolunda kırılırmış.
Yazmaktan
ziyade bozmaya yatkın bir kafa yapısı bulunan dubaracı Mister’e evvel ahir
geleceğim, ilkten onu körü körüne savunan veya kutsayan masalcılar nezdinde,
Baltacı Mehmet Paşa’nın torunlarına yaraşacak biçimde bıyık bırakan ve ulu orta
çalım satan Semih Gümüş’e değineyim. Nişantaşılı abimizi idealize eden bu
tıntın zat eleştirmen geçiniyor, üslupçuluk taslıyor ve edebi etkinliklerin
seçici kurullarındaki demirbaşlar arasında yer alıyor. Kimi dergilerin
yönetmenliğini de yapan Bay Gümüş’ün “Yazarın Yalnızlık Burcu” isimli kitabını
ağır ağır okumuş, yeteneksizliğini görünce tiksinmiştim. Berbat eserler verme
ülküsünde diremesinin nedenlerini psikologlara sormalı, ben çözemedim. Miladi
tarihle Mart 2011’de Ankara Bitap Fuarı’na gittim, bitap diyorum, zira
öbekleşen stantları gezerken bitkin düştüm, gulguleden kafam şişti. Teşkilatsız
bir yayınevine ait reyonda, Bay Semih Gümüş’ün “Eleştirinin Sis Çanı” isimli
yapıtı, kelepir kitaplar rafında beş liraya satılıyordu; kabaca içine göz
gezdirdim, meraklandırıcı başlıkları ilgimi çekince aldım, almaz olaydım, zira
bitirdiğimde kusasım geldi. Dilin kemiği yok; goygoycu abimiz zırvalarla dolu
eserinin birçok bölümünde Mister’e kol kanat germiş, ona laf sokuşturan
öznelcilere verip veriştirmiş, nesnelleşen edebiyatçıları şovenistlerle aynı
kefeye koymuş yahut şovenistlerin dümen suyundan giderek parsayı topladıklarını
yazmış. Kendi adıma, iftiracı Mister’in ya da bir başka oyuncakçının eteğindeki
taşı dökmesine karşı değilim, her tezi olgunlukla karşılarım. Orantısız
dünyamda tabu yoktur, modalaştırılan zırvalar ve incitici nankörlükler
karşısında dahi huysuzlaşmam. Ermenileri, Kürtleri, Rumları, Boşnakları,
Çerkezleri, Süryanileri, Çingeneleri, milliyetsiz temsilcileri, kısacası
azınlıkları topyekûn sever, sayarım, yerel halkla eş değer muameleye maruz
kalmalarını arzularım; patrikliği, hahamlığı hoş karşılarım, zati kendim de
beyaz zenciyim. Demokratlık söz konusu olduğunda, hesapsızca üfüren Semih
Efendi ile hafifleşen Mister’i beşle çarpar, dörde böler, üç çıkarttıktan sonra
ikiyle toplarım. Ayakları yere basmayan Bay Semih’e ne övgücülük ne
kollayıcılık yakışıyor; ona tavsiyem, dudağına teğet geçen kocaman bıyıklarını
kessin yahut tıraşı kessin; malum fazla tıraş cildi bozarmış; bana adresini
bildirirse, ilkokul Türkçe kitabı ile Türk Dil Kurumu’nca hazırlanan Türkçe
sözlüğün son versiyonunu APS ile postalayabilirim, böylelikle yan cümle,
noktalama işareti, özleşmek, simgeleştirmek, yüzeyselleşmek, takdimcilik,
kuramcılık, medyacılık türü mevzuları öğrenebilir, söz dağarcığını
geliştirebilir. Üniversitelilerin kompozisyonları onun şevksiz biçimde
karaladığı denemelerden katbekat iyidir; uyutucu yapıtındaki yapay cümlelerin
yarısından fazlası sakattı; dil bilgisi kurallarından bihaber olduğunu
ispatlamak adına ilk başlığındaki yapısal bozukluğu ele alayım: “Genç Yazarlar
Nasıl Başlıyor?” Bilirsiniz, Türkçede özne yüklem ilişkisi diye bir hadise var.
Canlı varlıklarda özne çoğulsa yüklem de çoğul olur, yani “başlıyor” yerine
“başlıyorlar” yazılmalıydı. Mister’i koruyan ve edebiyat duayenleri arasında
gösterilen bu cahil Efendi, Mevlana’nın, “Kör cehalet çirkefleştirir
insanları,/ Suskunluğum asaletimdendir,/ Her lafa verecek bir cevabım var,/
Lakin bir lafa bakarım laf mı diye,/ Bir de söyleyene bakarım adam mı diye,”
şeklindeki izahlı beyitlerini anımsatıyor. Neyse, onu ve Mister’in entipüften
amigolarını hezeyanlarıyla baş başa bırakayım ve kelek muhabbetlere sarkayım.
Nobel
Edebiyat Ödülü’nün kimlere ve nasıl verildiğine dair muhtelif rivayetler var.
Vizyonunuzu genişletir mantığıyla birini örnekleyeyim. Zeynep Aliye’nin Attilâ
İlhan ile yaptığı söyleşileri kapsayan, 2001 basımlı MAVİ ADAM isimli kitabı
fevkalade buldum, tasarımcıları ümitlendiriyor; Attilâ İlhan’ın izahatta
bulunduğu kuralcılığı aktaracağım. Bu süssüz yapıtın hazırlayıcısı Zeynep
Hanım, “Batı’nın Türkiye’yi, Türk edebiyatını dışlamasıyla, Türk edebiyatını
ısrarlı biçimde görmeme, onu ciddiye almama tavırlarıyla ilgili olarak ne
diyorsunuz? Örneğin bugüne dek Nobel için Türkiye’den sadece Yaşar Kemal aday
gösterildi. Ama sanırım ona da verilmeyeceği baştan belliydi,” şeklinde bir
soru yöneltince Attilâ İlhan, “Şimdi verirler, verebilirler. Mesele şudur.
Batı, ödülü, kendi ülkesini kirleten yazara verir. Kendi ülkesini yücelten
yazara vermez. Bizden, Batı’ya çevrilen yazarlara baktığın zaman, bunu hemen
görürsün. Türkiye’nin aleyhine olan kitapları çevirirler, Türkiye’nin lehine
olan kitapları çevirmezler. Nobel’de de aynı şeyi yapabilirler. Yani Salman
Rüşdi alabilir. Memleketini lekeliyor. Bizde de memleketi aleyhine yazan bir
insana verebilirler. Ama bunu böyle kabul etmemiz lazım. Batı kendi
ulusallığını, evrensellik olarak empoze eden bir sistemdir,” diyor. Haysiyetli
bir müsteşarın iliklerini titretecek şu iri lafları yineletmeyin, saksıyı çalıştırın.
Yığınla bilgiyi beynine zerk eden bu deha maalesef 2005 yılında vefat etti,
bugün çoğumuzun göremediğini seneler öncesinden duyumsamış ve Batılıların
Türkiye’ye bakış açısını özetlemiş. Merhum İlhan, “Kara Kitap” ve yazarı Pamuk
için, “Kitabı bitiren olduğunu da pek sanmıyorum. İşin gerçeği bu… Türkiye’de
en çok satılan ve hiç okunmayan bir yazar,” diyor.
Jean Paul Sartre 1964 yılında kendisine verilen Nobel armağanını reddetmişti, kırgınlığının gerekçelerini sıralarken, “Ödülün Batı Bloku’na özgü bir armağan olmadığını biliyorum ama bir armağan nasıl kullanılıyorsa odur ve İsveç Akademisi üyelerinin kararlarını aşan olaylar olabilir. Bugünkü durumu itibarıyla Nobel, Batılı yazarlara ya da Doğu’nun başkaldıran yazarlarına özgü bir ödüldür. Sözgelişi bu armağan Güney Amerika’nın en büyük şairlerinden olan Neruda’dan esirgenmiştir. Nobel’i çoktan alması gereken Aragon’un adı hiçbir zaman söz konusu edilmemiştir. Armağanın Şolohov’dan önce Pasternak’a verilmesi de üzücüdür. Nobel armağanını kazanan tek Sovyet eseri, o ülkede yasaklanmış, dışarıda basılmış bir kitap olmamalıydı,” diyordu.
Jean Paul Sartre 1964 yılında kendisine verilen Nobel armağanını reddetmişti, kırgınlığının gerekçelerini sıralarken, “Ödülün Batı Bloku’na özgü bir armağan olmadığını biliyorum ama bir armağan nasıl kullanılıyorsa odur ve İsveç Akademisi üyelerinin kararlarını aşan olaylar olabilir. Bugünkü durumu itibarıyla Nobel, Batılı yazarlara ya da Doğu’nun başkaldıran yazarlarına özgü bir ödüldür. Sözgelişi bu armağan Güney Amerika’nın en büyük şairlerinden olan Neruda’dan esirgenmiştir. Nobel’i çoktan alması gereken Aragon’un adı hiçbir zaman söz konusu edilmemiştir. Armağanın Şolohov’dan önce Pasternak’a verilmesi de üzücüdür. Nobel armağanını kazanan tek Sovyet eseri, o ülkede yasaklanmış, dışarıda basılmış bir kitap olmamalıydı,” diyordu.
Bana
sorarsanız, öngörülü teşkilatı ve her kılığa bürünebilen dalkavukları sayesinde
Mister’in kazanamayacağı ödül pek az çıkar. Tüm gayretiyle çarşaf çarşaf
yazsın, gözetilme işini muazzam bir dayanışma sergileyen çığırtkanları ve
avenesine bıraksın, tedavüldeki banknotlarla klozette kıçlarını temizleyecek
denli zengin olan ve debdebe içinde eğleşen ailesi de icabında devreye
girebilir. Uluslararası yarışmaların hakem heyetinde yer alan akademisyenler,
yazarlar, şairler, tenkitçiler, karikatüristler ve senyörler bu savımı
öğrendiklerinde babalanmasınlar, namuslu bilirkişileri tenzih ederim, yalnızca
kanaatimi paylaşıyorum. Bezirgân Pamuk’dan yana endişelenmiyorum, zira üç kuruş
için beni dava edip de demokratlığına gölge düşürmez.
Snobizm
ihtisası yapan zevatın ağırlıkta olduğu çevrelerde bohem hayatı süren Mister
kuru kuruya caka satmıyor; zatıalileri mistisizme sevdalı, biyonik bir
teşkilatçıdır, sadece roman kategorisinde değil şiirde, fotoromanda, güncede,
düz yazıda, biyografide hatta güreş, boks, jimnastik, bilardo benzeri birçok
bireysel spor dalında tüm ödülleri toplayabilir. Cılız gösteren cüssesine,
kırlaşan saçlarına, fiske vurunca çökecek gibi duran elmacık kemiklerine
kanmayın, beyefendi külkedisine benzese de aslında dipdiridir, gücünün
tükenmezliği noterce tasdiklenmiştir, serçe parmağıyla barfiks çekebilir,
leçelik arazide bir tabur düşmanı oklayabilir, dev gibi olan müsabıkları yerden
yere vurabilir, sopalı hasmını kuvvetli bir tokatla iki beden inceltebilir.
Kolektif branşlarda bile, söz gelimi briçte de ortalığı kasıp kavurabilir ama
beşli majör sisteminde doğru karşılıklar verebilecek cıva gibi bir partnere
ihtiyacı var, şimdiye değin denediği oyuncular kof çıktılar; eğer o tipte bir
hacıyatmaz bulabilirse, partileri grand şilem kontratlarıyla bağlar, zondayken
“Kontur!” çekecek kekolara “Sür kontur!” der ve destanlar yazabilir. Onda bu
cevher var, işlenmesi Türk milletine kalıyor. Bir kereye mahsus sinema
senaryosuna da el atmış, 1991 yılında düzenlenen Antalya Altın Portakal Film
Festivali’nde “en iyi senaryo” ödülünü kazanmıştı. Filmin galasını izlerken kim
bilir nasıl kurumlanmıştır ama bu narsistliği salonun loşluğunda
perdelenmiştir. Allah muhafaza, okunaklı bir senaryoyu daha sinemalaştırsaydı,
başarılı bir rolcülük, kostümcülük, makinistlik, dublaj, efekt, poster ve üç
boyutlu filmle birlikte herhâlde Oscar’ı alır, poşete koyduktan sonra Nişantaşı
muhallebicisi dingildek Seyfettin’e getirirdi. Açgözlü Mister güfteciliğe de
özendi ve İbrahim Tatlıses’e şarkı sözü yazmak istedi, fakat Urfalı İbo’nun
mühimsemezliği yüzünden hevesi kursağında kaldı. Nurlu abimizin kıymetini
bilmiyoruz, her şeyde açık arayla birincidir, arşıâlâda yaşamaya layıktır, hormonlarıyla
ne kadar kibirlense azdır. Söz misali, rastıklı markizlerle Frenk kırlarında
senelerce oynaşmasına karşın frengi kapmadı, çünkü olağanüstü bünyesi var.
İdmansızlığına, hantallığına, haylazlığına, yedekte kalmasına bakmayın,
vaktizamanında futbolda da müthişti; çivili krampon yerine şakırtılı kundurayla
oynamasına rağmen milimetrik paslar veriyor, ta santra yuvarlağından falsolu
şutlar çekiyordu; meşin topa öylesine kavis verdiriyordu ki kullandığı
kornerlerde top helezonlar çiziyordu amma velakin camları şangır şungur
kırıyor, golleri kendi kalesine atıyordu. Olsun, faullü oynamak ve kademeli
defans yapmak nispeten kolaydır, lakin golcülük önemli bir meziyettir, her
babayiğit fileleri havalandıramaz. Minnacık toprak zeminlerde değil de hangar
gibi olan çim sahalarda uzunlamasına koştursaydı belki iş değişebilirdi, ne
yazık ki ilahi mukadderat böyleymiş. Mor eldivenlerini giyip de kalecilik
yaptığında ise kurtarışlarıyla yıldızlaşıyor, klas topçuların bayıltıcı
frikiklerini aratmayan korkunçlukta degajlar yapıyordu; direkt degajlardan
doksan iki gol atmış. Fitbol pirefesörlerinin, tüyofesörlerin ve dahi Hamsi
Kerim’in yalancısıyım, slalomlarda göz kamaştıran bir kayakçıymış, Japonlara
judo öğretmiş, şişik zeplinle Afrika’yı turlamış, Atlas Okyanusu’na tüpsüz
dalmış, kumsala vuran balinaları zıpkınlamış. Deneyimli bir yazar diye parlak
mazisini göz ardı etmeyelim, henüz kitabı neşrolunmamışken “en iyi roman”
ödülünü kimselere kaptırmamıştı. Hoş, cikcik yazar farz edildiği bir döneme
denk geldiğinden, o muhteşem eserini ancak üç buçuk yıl sonra yayımlatabildi
ama işin o yanını kurcalamayalım.
Lafa kırk
takla attıran ve dünyaya fil dişi kuleden bakan beyefendinin tanıtıcılık ile
lobi çalışmalarındaki kusursuzluğuna bir örnek vereyim. Parasal gücünün boyutuna
demediğime dikkatinizi çekerim, çünkü baştan savma konuşan örgütçülere
benzemem. Öte yandan değirmenin suyunun nereden geldiğini derinleştirmek ve
nicel deliller aramak bana düşmez. Mister’in İletişim Yayınları’na transfer
olduktan sonra neşredilen ilk kitabı Yeni Hayat, 1994 senesinde matbaadan
çıkmış, daha mürekkebi kurumamıştı. Kesesi şişkin yazarlarda bile ilkin
dergilerde, gazetelerin kitap eklerinde, edebiyat bültenlerinde filan birkaç
eleştiri yazısı çıkar, ardından çekim için kameramanların karşısına geçilir,
âdet böyledir, lakin beyzade Pamuk hemen her televizyon kanalında, yel yeperek
yelken kürek yaldızlatılmıştı; hırsımdan televizyonun altındaki ceviz sehpayı
yumrukladığımı ve öteberiyi sağa sola savurduğumu dün gibi hatırlıyorum. Onunla
paldır küldür söyleşen giyimli kuşamlı spikerlerin, Mister’in ritimsiz kitabını
yarılamadıkları her hâllerinden belliydi, robotluk yapıyorlardı; işin gerçeği,
o dırdırcı röportajcılara para bile versek, Yeni Hayat’ın otuzuncu sayfasına
gelemezler. Şairane bir tarzda ifade edeyim: Hipnotizmacı Mister ister, çark
işler.
Bir zamanlar
proleteryanın sözcülüğüne de soyunan Mister’i bal yapmayan arıya benzetiyorum,
ancak kefere üniversitelerindeki münafık talebelere edebiyat dersleri veriyor,
kökteş sözcüğü, noktalı virgülü, kurallı cümleyi, dendeni öğretiyor; kıdemsiz
hocamızın istihkakında gözüm yok, safdillik edip de edebi formasyonunu uzun
uzun tartışacağıma son kitabı “Saf ve Düşünceli Romancı”nın otuz birinci
sayfasındaki özentisiz cümlesini aynen alıntılayayım de romancılık
potansiyelini görün: “Okuduğumuz şeyin ne tam bir hayal ürünü ne de tam bir
gerçek olmaması, okurun da yazarın da bildiği, anlaştığı bir şeydir; ama kelime
kelime cümle cümle roman okunurken bu durum bir şüpheye, meraka ve bir çeşit
güce dönüşür.” Ne… ne’li cümlelerde yüklemin olumlu olması gerektiğini ilkokul
bebesi dahi bilir, mamafih dev romancı bu kaideyi ihlal etmiş.
Hasbelkader
yaratıcı yazarlık yerine öldürücü yazarlık diye bir zanaatkârlık olsaydı, nesir
celladı Mister Pamuk bileğinin gücüyle bilumum mükâfatları silip süpürürdü.
Şişli evladının şematik resimler ve laf salatalarıyla dolu banal
karalamalarını, yani kitap diye yutturulan eserlerini iyice inceleyin, Beyaz
Kale ve Benim Adım Kırmızı haricindeki yapıtları romandan ziyade otobiyografik
deneme türüne giriyor. Köşklü maslahatgüzarın öz yaşam öyküsü olsaydı neyse ne,
ille velakin bir burjuva mahdumunun monoton yaşantısı kimsenin ilgisini
çekmediğinden, ucube yapıtlarından yirmi sayfa okuyan dırıltıcılar narkoz
almışçasına derin uykuya dalıyorlar. Anjiyo olmayı müteakip damarlarına stent
yapılan şahıslara, gamsız yaşamaları için ilaç yerine muhterem abimizin ağdalı
tümcelerle dolu kitaplarını versinler, farmakolojik etkisi dâhiliyecilerin
reçetelerindeki gerilim önleyici haplarla birebirdir, hasarlı dokuları
aspirinden iyi onarır, keza ucuzcu gastroentereloglar da endoskopi öncesinde
kullanabilirler. Orhan Bey’in yapmacıklı eserlerini okuyan kitapseverler hapı
yutuyorlar, koroner yetmezliği çeken bir sigortacı neden bu nimetten mahrum
kalsın ve kalp sektesi geçirsin? Fırsatçı Mister de hazmı güç nesirleri
piyasaya sürdüğünün ve okurları meditasyona soktuğunun farkında ki, “Elli yıl
sonra beni kimsenin okumayacağına eminim,” diyor. Yüzü ak bir yazar hokkabazlık
peşinde koşmaz, bilmem kaç bin yıl sonraya nişan alır ve “Doğmak marifet mi?
Marifet asırlarca ölmemek!” felsefesini düstur edinir. Nasılsa tarihçiler
Mister’in yapıtlarının satış rakamlarını bir diyagram üzerinde gösterecekler,
fakat ben o günlerde cehennemde kömürleştirileceğimden dolayı bu safahatı
göremeyeceğim.
Müzeler,
antik eserler, arkeolojik kalıntılar, belgeler, bulgular, buluntular,
ansiklopedik doneler, destanlar, seyahatnameler, animasyonlar, ananeler ve
anılarla bezenen tarihi romanlarını düpedüz aşırdığını anlayabilmek için üstün
zekâ gerekmiyor; sentez bile yapmaya üşendiğinden doğrudan montaja giriştiği,
bir bakıma copy paste yaptığı açıkça görülüyor. Farkındaysanız,
bibliyografyaları alt üst eden yazarı hırsızlıkla suçlamıyorum, zira bu devirde
çalıp çırpmak değil de hırsızlayan şahıslara hırsız demek suç oldu. Öldürücü
yazarlığın kıvılcımlarının çaktığı diğer eserlerinde ise lümpen proleterlerin kanını
sülük gibi emen dandik aileleri ele alıyor. Hani aristokrat geçinen alık
kodamanlarla cibilliyetsiz ağalarda cidden yetenek olsaydı gam yemez, tahammül
edebilirdim ama mal varlıklarının kökeni araştırıldığında gerçek yüzleri ortaya
çıkıyor. Teşbihimi mazur görsün ve yekten bozuk çalmasın, kendisini çoğunlukla
spastiklere benzetiyorlar ama bence bunalımdaki bir şizofreni çağrıştırıyor.
Orhan Pamuk’un Türkçeyi kullanma yeteneğini öven şabloncular bana gelsinler,
herhangi bir kitabının alelade bir sayfasındaki paragrafı açalım, beylik
cümlelerinin daha anlamlı bir şekle bürüneceği alternatif sözcükleri ve hatalı
ögeleri bilfiil göstermezsem, bu gezegenin en şerefsiz insanı olduğumu kabul ve
ilan ederim. Dilim sürçmedi, ne dediğimin farkındayım, bu denli iddialıyım. Boş
atıp dolu tutmak için mi söylüyorum, yoksa bildiğim şeyler mi var, münasip bir
yerde test edelim, hodri meydan! Mister’in hakkını yemeyeyim, özel isimlerin
ilk harfinin büyük, cins isimlerin ise küçük harfle yazılacağını ve dahi cümle
sonuna nokta konulacağını iyi biliyor, aferin! “Büyük lokma ye büyük konuşma,”
demişler. İnsan beşer, kuldur şaşar. Yanlış anlaşılmasın, asla gaf yapmam
demiyorum, gramerimin mükemmel olduğunu yahut sıfır hatayla yazdığımı
savunmuyorum. Totemler muhafaza, bende öyle bir kanaat hasıl olsaydı,
varoluşumun anlamı kalmayacağından derakap intihar ederdim. Yalnızca şişlenesi
Şişli evladının yeteneksizliğini ve Türkçenin kafasını gözünü yardığını beyan
ediyorum, hepsi bu!
Ahmet Taner
Kışlalı’nın teferruatlı bir şekilde Mister Pamuk’u kınadığını, yerden yere
vurduğunu biliyoruz. Komplekssiz Kışlalı defalarca denemesine rağmen Mister’in
hiçbir kitabının otuzuncu sayfasına varamadığından yakınmış, nevi şahsına
münhasır Pamuk’un yapıtlarından alıntılar yaparak gerçekte Atatürk düşmanı
olduğunu ispatlamaya çabalamıştı. Hakeza Yalçın Küçük, Mister’in yedi
sülalesini çözümlemeye çalıştığı “Şebeke” isimli eserinde ciddi ithamlarda
bulunmuştu. Attilâ İlhan’ın balyozdan ağır laflarını da unutmayalım. Gezgin ve
de bireycilerden bezgin bir şövalye diyebileceğim Attilâ İlhan, bilgi ve
görgüyü edebiyatçı için olmazsa olmaz iki kriter diye belirlemiş, salt bilgiyle
işin götürülemeyeceğine dikkat çekmişti ki yerden göğe kadar haklıdır. Tahsin
Yücel’in “Yazın, Gene Yazın” isimli kitabındaki şu yalın saptamayı sizle
paylaşayım da, masa başında çalakalem yazan dev romancımızın (?) çapı hakkında
fikir sahibi olun. Tahsin Yücel, “Örneğin, belki de en belirgin özelliği
olmayacak dil yanlışları yapmak olan ünlü romancımız Orhan Pamuk,” demiş ve bir
tümcesindeki “ağacın köküne kendini siper eden Alâaddin” ifadesini tiye almış,
haksız mı? Medarıiftiharımız Pamuk’un ne demek istediğini anladıysam Arap
olayım. Fethi Naci’nin “Roman ve Yaşam, Eleştiri Günlüğü 3” isimli kitabındaki “Söz, Dil
Yanlışlarından Açılmışken…” başlıklı makalesinin giriş kısmını harfi harfine
alıntılıyorum: “Dil yanlışlarından söz açınca -Tahsin Yücel’in yazısından
sonra- Orhan Pamuk’u anımsamamak olanaksız. Kara Kitap’ı bu yaz Bodrum’da
okudum. Ben de dil yanlışları, bozuk anlatımlar buldum; ancak bunların içinde
öyle bir cümle var ki Orhan Pamuk nasıl yazabildi bu cümleyi… anlamak,
açıklamak olanaksız… Bir Türk yazarının böyle bir cümle yazabilmesi karşısında…
hani ‘Hayret bir şey!’ diye bir söz uydurdular ya, işte ancak o geliyor aklıma.
Kitabın 112.sayfasının ikinci paragrafı şu unutulmaz cümle ile başlıyor: Yeni
bir paragrafın başında bir an durdu bir süre.”
Görüldüğü
üzere Mister Pamuk’u itin götüne sokup çıkaran eleştirmenlerin yüz kızartıcı
iddiaları yenir yutulur cinsten değil ve bana söyleyecek pek şey bırakmamışlar.
Hamamda çıplak natır görmüşçesine baygın bakan Mister’in mitolojik eserlere
düşkünlüğünü bildiğimden iki kelam edeyim. Eskiye rağbet olsaydı bitpazarına
nur yağardı. Haldun Çubukçu, Nedim Gürsel, İhsan Oktay Anar, Orhan Pamuk,
Gürsel Korat ve Zülfü Livaneli kusuruma bakmasınlar; bence tarihi roman yazmak
saçmalıktır; yaratıcılıktan yana nasipsiz kalan edipler bu şemsiyeye
sığınıyorlar. Bugünü yansıtan roman, birkaç asır sonra yaşayacak kopillerin
gözüyle tarihi romandır. Pekâlâ, o kuşaklar, arşivlerden elde edilen belgelere
dayanılarak yazılan ve kronolojiye uygun biçimde düzenlenen safsatalara, yani
bugün bizim tarihi roman dediğimiz parça pürçük eserlere ne diyecekler? Gel
zaman git zaman, büyük olasılıkla, dilden dile anlatılan egzotik masallarla
aynı kefeye koyarlar ya da fabl muamelesi çekerler. Tarih ve mitoloji ancak düz
yazılarla ele alınabilir, ona eyvallah! Ötesi fasa fisodur. Diğer yandan tarihi
roman tartışmaya yol açar. Mesela Nedim Gürsel’in “Boğazkesen” isimli yapıtını
ele alayım. Gemileri karada yüzdüren padişah diye namlanan Fatih Sultan Mehmet,
“Bir sürü insanı kazığa oturtan, kardeşlerini katleden, kölelerini işkenceyle
öldürten, yaptığı caminin kubbesi Ayasofya kadar görkemli olmadı diye mimar
Yusuf Sinan’ın ellerini kestiren ve oğlancı bir hünkâr olarak” tanıtılıyor.
Demem o ki tarihe mal olmuş şahsiyetleri karalamak da övmek de kolaylaşıyor; uç
uçabildiğince, sıkışırsan kurmaca bahanesine sarılabiliyorsun. Kemal Tahir de
kafasına göre takılmış, Devlet Ana diye bir roman yazmış, fakat tarihsel manada
ciddi yanlışlıklar yapmış; örneğin on üçüncü yüzyılda henüz bilinmeyen gözlük,
dürbün ve kâğıt paradan bahsetmiş. Bereket Tahsin Yücel diye bir şahıs var da
Tahir’in kırdığı potlar tespit edilebildi. Tahsin Yücel, “Devlet Ana Nasıl
Okunur?” başlıklı yazısında bu uçuklukları bir bir sıralamış.
Hazırcı
abimiz veletlik çağlarında cici bici elbiseler giyiyor, bonbon şekeri
yalamaktan hazzediyordu, aslını neslini sorgulamak, ciciannesinin koynuna giren
büyük babasını hedef almak edebiyatla bağdaşmaz; o çetrefilli işi dedektiflere
havale ediyorum, lakin dedesinden intikal eden mirastan başka dişe dokunur bir
şeyi yok ki var desem. Avantacı Mister, büyük babasının mangırlarını kesesine
yerleştirdiği için edebiyat jargonuyla eleştiricilere, bana göre amigolara
rahatça diş geçirebiliyor, risalelerle efsunlanan cahil cühela tayfasına yazar
diye yutturuluyor.
Lafı
yuvarlamadan, dansöz gibi kıvırmadan deklare edeyim: Enformasyon faaliyetlerini
görmezden gelmiyorum ama Mister Pamuk’un yurt dışında ödüller almasının asıl
sebebi politik çıkışlarıdır, siyasi feveranlarıyla ilgi odağı oldu.
Antrparantez, kefere dediğiniz cemaat zemzem suyuyla yunmuyor, maddi veya
manevi faktörlerin devreye girmesiyle ya da birtakım cemiyetlerin direktifleri
doğrultusunda yanlı kararlar verebiliyorlar. Misal, 1953 yılında Nobel Edebiyat
Ödülü İngiliz devlet adamı Sir Winston Churchill’e verilmişti, buyurun buradan
yakın. Bu civanmert politikacı akşamleyin güneş batarken viski içmeye
meraklıydı ama üzerinde güneş batmayan imparatorluğun tenlerine kurşun
batabilen askerlerine, “Gelibolu yarımadası bombardıman edilip alınacaktır,
hedefimiz Constantinopolis’tir,” buyruğunu vermiş ve yüz binden fazla Türk’ün
Hakkın rahmetine kavuştuğu meydan muharebelerini başlatmıştı. Teamüller
gereğince kendisine Nobel Barış Ödülü yakışırdı; o yıllarda yaşasaydım,
notlandırırken gaflete düşen jüri üyelerini uyarırdım.
Esasen Nobel
Edebiyat Ödülü’nü abartıyor, tabiri caizse bir bardak suda fırtına koparıyoruz.
Bilim şüphecilikle mayalanır. Entel dantel kesimini biraz yoklasak, Mister’i
puanlandıran jüride kimlerin bulunduğunu ve edebi vasfı yüksek denebilecek
hangi eserleri ürettiklerini sorsak, sualimiz yanıtsız kalır. Adı jüri ama
adamlar nakliyeci mi, oduncu mu, lavantacı mı, peşkirci mi, hafriyatçı mı,
tostçu mu, pastırmacı mı, şerbetçi mi, leblebici mi, kestaneci mi, çikolatacı
mı, yoğurtçu mu, ciğerci mi, soğancı mı, macuncu mu, akaryakıtçı mı, pansiyoncu
mu, mezatçı mı, havlucu mu, tohumcu mu, lehimci mi, seramikçi mi, döşemeci mi,
nakışçı mı, bostancı mı, jeolog mu bilmiyoruz. Sizce, yetmiş beş milyonluk
Türkiye’de, Mister Pamuk’a değer biçen akademisyenleri merak edip araştıran,
bilahare yapıtlarını okuyan yetmiş beş sağlamcı çıkar mı? Endişeli yapıma
rağmen ben bile bu pratikliği savsakladım. Ünlü düşünürlerin nişanlar ile
ödüller aleyhine söylediği enikonu ilginç şeyler okudum; kimisi, “Şerefli insan
kendisine verilen nişanı kabul etmez,” derken, kimisi de, “Adam olana zaten
ödül verilmez,” iddiasındaydı.
Zampara
Gündüz’den olma ve cilveli Şekure’den doğma Orhan Pamuk’un dedesi fabrikatördü;
seyahat etmeye düşkün olan ve sık sık valizini kapıp sırra kadem basan babası
Petkim genel müdürlüğü de yapmış, har vurup harman savuran, ihtiyatsız bir
bürokrattı. Nişantaşı muhitindeki ferah köşkte, baba yadigârı servetin dibine
darı eken Mister Pamuk, ömrünce cefa çekmemiş, doğru dürüst ter akıtmamış bir
komprador burjuva kızanıdır. Tembel dostumuz ıkınıp sıkınmaktan hoşlanmaz, bir
eli yağda bir eli balda beslenmeye alışkındır, nitekim az buçuk zorlanınca T
cetvelini kırmış, mimarlık eğitimini yarıda bırakıp Gazetecilik Yüksekokulu’na
girmiş; memleketin kaymağını yiyen özel kesim efradına da bu nedensellik
yakışırdı.
Türklere
sarf ettiği demir gibi laflarla uyuşmayan bir soyadı bulunan ve dillere düşen
bu şahsiyet hakkında değişik platformlarda, apayrı görüşler ileri sürülüyor.
Vikipedi ansiklopedisindeki aydınlatıcı kritikleri aynen kopyalıyorum: “Bir
kısım edebiyatçı Orhan Pamuk'un eserlerindeki bazı bölümlerin diğer yazarlara
ait başka eserlerden fazlasıyla esinlendiğini savunmakta, özellikle bazı
romanlarındaki belli kısımların diğer kitaplardan neredeyse tamamen alıntı
olduğunu öne sürmektedir. Hürriyet Gazetesi yazarı Murat Bardakçı 26 Mayıs 2002 tarihinde belgeleri ile yazarı
sahtecilik ve intihal ile suçlamıştır. Murat Bardakçı'ya
göre Orhan Pamuk'un Benim Adım Kırmızı romanı, hikâyesi ve anlatım şekli
ile Amerikalı yazar Norman Mailer'in Ancient Evenings adlı romanının bir kopyasıdır. Ayrıca suçlamalara göre Orhan Pamuk'un Beyaz Kale adlı romanı Fuad Carım'ın Kanuni Devrinde İstanbul isimli eserinden birebir pasajlar içermektedir. Orhan
Pamuk günümüze dek bu konuyla ilgili herhangi bir açıklamada bulunmamıştır.”
Minareyi
çalan kılıfını hazırlarmış, ne ki kopyacı Mister’in mukayeseli bir planı yokmuş
yahut hazırlıksız yakalanmış deyip geçeyim ve cırtlak armudu keyifle
dişleyeyim.
Orhan Pamuk
Bey’in kahır mektuplarını andıran ve güç bela okunabilen mevzusuz romanları
arasında sıkılmadan sonuna değin gidebileceğimiz tek eserin “Benim Adım
Kırmızı” olduğunu zannediyorum ki bu yapıt Haziran 2003 tarihinde, 25 000
eurosu çevirmene verilen 100 000 euroluk Dublin Edebiyat Ödülü’ne layık
görüldü. Mr. Pamuk’un dünyevi inancı hakkında önemli ipuçları veren, hatta
projektör misali kişiliğini yansıtan o romanda 1591 yılının İstanbul’u dekor
seçilmiş. Kahramanlara annesi Şekure, ağabeyi Şevket ve kendi adını vermekle, evcek
o yıllara ışınlanabilmesi mümkün olsaydı, hangi şartlarda ve nasıl
yaşayabileceğini hayalinde canlandırmış, fakat hovardalaşan babacığını pas
geçmiş. Gündüz Pamuk yaşasaydı, belki fena kızacak ve hayırsız Mister’i
evlatlıktan reddecekti. Harbi olayım, bazen izlekten uzaklaşılsa da sonuçta
alegorik kapasitesini aşan bir performans sergilemiş ve estetik yanı itibarıyla
da tatminkâr bir eser yaratmış. Ne var ki Nobelli Mister halktan kopuk birisi
olduğu için saraya yakın duran levanten portreleri seçmiş ve sıradan vatandaşı
yok saymış.
Benim Adım
Kırmızı, taş yürekli nakkaşlar arasında yaşanan lüzumsuzlukları işlerken,
gericilikle fanatizmi eleştirme kisvesi altında, endirekt ifadelerle İslam
dininin ilkelliğini vurguluyor; Kehf suresinde belirtildiği üzere yedi
uyurların 309 yıl süren uykusuna ve Hazreti Muhammed’in Burak atıyla göğün
yedinci katına yükselerek Miraç’ı gerçekleştirmesine değinmesindeki gayesi
budur. İslamiyet’in Bilişim Çağı’nın gerisinde kaldığını öne süren varoluşçular
da özdeş örnekleri veriyorlar. Bunun yanında, baldudaklı bohçacı Ester
nezdinde, Yahudi kankalarının hoşlanacağı etmenlerden dem vuruyor. Führer bir
yandan nasyonel sosyalizm öğretisini ülküleştiririrken diğer yandan Alman
uyruklu Musevileri canlı canlı fırınlara doldurmuş, yalvarışlara aldırmamış ve
hunharca sabuna dönüştürmüştü; o kırımdan kurtulabilen gelişkin adamlarla
işveli madamların döllerinden yeni bir nesil türedi ve yurtsuzluk sorununu
çözmek için İsrail denilen mıntıkada mevzilendi. Geçmişte dedeleri fırınlarda kızartılan
İsrailliler, şimdileyin mazlum Filistinlileri Batı Şeria ve Gazze havzasında
mütemadiyen kurşunluyorlar; bu kriminolojik öldürüşleri bilmesem kek gibi
kanar, Yahudilerin itilaf yanlısı olduklarına inanırdım. Maskeli edebiyatçımız
erkekçe tavır koymaktan ürküyorsa, farklı ve inandırıcı fiştekleme yöntemlerine
başvurmasını öneririm, tereciye tere satmasın. İngiliz elçisinin eşi Lady
Montagu’nun 1717 ile 1718 yılları arasında zarfladığı mektuplardan derlenen
DOĞU MEKTUPLARI isimli kitaptan aynen alıntılayacağım. Rahip Contu’ya seslenen
Mis Montagu nezdinde İngilizlerin Yahudilere bakış açısını öğrenelim: “Zengin
tüccarların çoğunun Yahudi oluşu dikkatimi çekti. Bu ulusun, bu ülkede
inanılmaz bir gücü var. Doğuştan Türk olanlar üzerinde bile sayısız ayrıcalıkları
var ve burada, kendi yasalarıyla yönetilen çok önemli bir toplum oluşturmuşlar.
İmparatorluğun tüm ticareti, kısmen onları bir araya getiren sıkı bir dayanışma
ve kısmen de isteksiz ve hünerli olmayan Türklere üstün gelmeleri nedeniyle
onların ellerinde bulunmaktadır. Her paşanın işlerini yürüten bir Yahudisi
bulunmaktadır. Bu adam paşanın tüm sırlarını bilmekte, tüm işleriyle
uğraşmaktadır. Onların elinden geçmeyen pazarlık, rüşvet ve ticaret yoktur.
Önemli kişilerin hekimi, kâhyası, çevirmenidirler. Her zaman her şeyden
yararlanmasını bilen bir halkın bunlardan ne çıkarlar sağlayabileceğini
düşünebilirsiniz. Yahudilerin dalaverelerini bilen İngiliz, Fransız ve İtalyan
tüccarlar bile onların aracılığından geçmek zorundadırlar. Hiçbir alışveriş onlarsız
yapılmamaktadır. İçlerinden en gösterişsizi de aşağılanmayacak kadar önemlidir,
zira tüm kolluk güçleri onların çıkarlarını öylesine bir enerjiyle
savunmaktadırlar ki sanki üyelerinden birisi söz konusudur. Çoğu son derece
zengindir, fakat evlerinde aşırı bir lüks ve görkem içinde yaşamalarına karşın
bunu pek göstermemektedirler.” Bir de Baron de Tott’un “Türkler” isimli
yapıtına kulak verelim. Mösyö Tott Osmanlı tebaasındaki Yahudilerden sitem
etmiş ve “Yahudiler daima ticaret ile meşgul olarak, daima kazanç hırsı ile
hareket ederek, lambaların yapım ve satımı ile uğraşmışlar, ondan sonra
büyüklerin kapılarında şaklabanlık yaparak para toplamışlardı,” yazmış.
Edep yahu! Edepsiz edebiyatın başyapıtı diyebileceğim bu romanda “sikiş“, “yarak” ve “taşak“ kelimeleri sıkça geçiyor, kritik amacıyla olsa bile yazarken yüzüm kızarıyor. Ortaokul ve lisedeyken ben de muzır şiirler karalıyordum, fakat “Kobrayı saldım çayıra, Mevla’m kayıra,” misali masumane sözcükler kullanıyordum. Gerici zihniyet almış başını yürümüş, ulu hakan lalettayin peyzaj yapmayı dahi yasaklamış, lakin tekkeler, kıraathaneler gibi çeşitli mekânlarda oğlancılığa müsamaha gösterilmektedir. Romanı okuyan bir misyoner, o devirde pala bıyıklı sadrazamların, şehreminilerin, lalaların, yeniçerilerin, hassa askerlerinin, sipahilerin ve harem kâhyalarının cazibeli kancıklardan fazla cömert oğlanları ayarttıklarını ve çoğu yeni yetmenin ilk deneyiminin çarpık ilişkiyle başladığını sanabilir. Lüpçü abimiz, bir de çarıklarıyla köy meydanında piyasa yapan genç köylülerin, ergen olduklarında ilk kız arkadaş diye tesettürlü yavrular yerine çoklukla karakaçanları, daha açık bir ifadeyle karakaçamayanları tercih ettiklerini yazsaydı, düşeş atacak, Ermeni diasporasına iyi yaranacaktı, lakin bu yıpratıcı nükteyi unutmuş yahut işin cılkını çıkarmayayım demiş. Bir ihtimal, yayık yayan veya pamuk eğiren yavukluların iffetini düşünmüştür. Maazallah Müslümanların çoğunlukta bulunduğu bir ülkede yaşamasam, şeriatçı efendibabam ile beş vakit namazını kaçırmayan ilahiyatçıların ciğerlerini bilmesem, enseyi karartır, İslam âleminin ibne kaynadığını, yaygınlaşan şorololuk dolayısıyla kulamparaların çoğaldığını, azgın leventlerin kadırgalarla nonoş avına çıktıklarını tasavvur ederdim. Hey Mister! Oyalı yaşmak giyen ve köçeklik eden oğlanlar bu denli çok muydu, yoksa saflığımıza güvenip de çaktırmadan sallıyor musun? Kocasızlıktan gına gelmiş olmalı ki sevişken Şekure muasır babasıyla aşk üzerine özgürce tartışabiliyor; o yıllar şöyle dursun, günümüzün modern toplumunda bile bu çapta limitsizlik görülmüyor. Salt bu müzakerecilik dahi romanın gerçekçi olmadığını, Osmanlı örfünün çarpıtıldığını gösteriyor. Oldu olacak, bir de ensest türünden kaçıklık kurgulasa ve fingirdek Şekure’yi okşatsaydı, kendisini Nobel Ödülü’ne layık gören azaların iyicene belini getirebilirdi. Görgü fukarası Elif Şafak, bu türden bir senaryoyu “Baba ve Piç” romanında, ensesi kalın bir Ermeni ailesinin eti budu yerinde olan bireyleri üzerinde uyguladı; gayri nerede Ermeni görsem kendi kendime, “Acaba sapık mı?” diyorum. Şekure zillisinin, Hollywood’un riayetsiz yıldızlarına taş çıkartırcasına, leblebi yer kolaylığıyla oral seks yapabilmesi de tuhaf kaçıyor, sıkılganlık mefhumu Hak getire! Şekure gibisinden saksafona meftun olan bir haspa tavlayabilirsem gözüm açık gitmez. Ne mene kredisizlikse, çok karılı hacılarla hocalar dâhil bilumum efrat kıllı bir meblağ karşısında eğiliyor, demirlenmiş kapı kilitleri şahitsiz rüşvet verildiğinde şırakkadak açılabiliyor. Yere bakan yürek yakan Mister yazmamış, ben ekleyeyim. Osmanlı sultanlığında teokratik düzen vardı, perşembeleri yarım gün, cumaları ise tüm gün tatil uygulanıyordu. Osmanlı toplumu genelinden kat kat farklı insanları karakterize eden, yani basbayağı desise, yalan, esassız iftira ve yapmacık davranışlarla bezenen yapıtta resim yapmanın günah olduğunu savunan dinozorlarla da maytap geçiliyor. Bu nispetsiz roman acayip projelendirilmiş, bir tek masonlarla fasonlara atfedilmesi eksik kalmış; İslam dinine gönül veren müminlerin fikirleriyle zikirleri zikzak yapıyor, küsursuz para mahrumlukların üstesinden geliyor, ne hikmetse, Müslüman tebaadan makbul bir âdemoğluna rastlanmıyor. Yahudi Ester şapşal (?!) Müslümanlardan, ille de fistan giyen hatunlardan daha modern değer yargılarına sahiptir, elinin hamuruyla erkek işlerine bulaşıyor ve dirayetiyle bir dolu şeyin üstesinden geliyor. Pamuk’un yularının başkasının elinde olduğundan şüphe duymuyorum; yenilikçi müezzinleri tepindiren kitabını bitirdiğinizde dini bütün Müslümanların birer eş cinsel olduklarını zannediyor, Kâbe ile eklentilerini tavaf eden yeşil urbalı dindaşlarımızın gerçekte maddiyata tapındıklarına inanıyorsunuz. Adım gibi biliyorum, kazın ayağı öyle değildir, hürmetsizce yazılan paragrafların çoğu dolmadır ve o kıvılcımlı eser fabrikasyon bir üründür. Hey Mister, şirin gözükmek istediğin kâfirlere diplomatça yaklaşmanı anlıyorum da, bize de mi lolo? Entrikacılığın ve üçkâğıda bağlamanın bir adabı var, esrar dolu lafların ardına saklanmak ürünlü edebiyatçılara yakışmaz. Olaya ülkülerine bağlı, yurtsever vatandaşın duygusallığıyla bakıyorum; eğer Mason locasına kayıtlı biraderlerden biriysen ya da züğürt âdembabalara kastın varsa doğru yoldasın, ısmarlanmış yapıtlarına devam et, yakında dereceni yükseltirler.
Edep yahu! Edepsiz edebiyatın başyapıtı diyebileceğim bu romanda “sikiş“, “yarak” ve “taşak“ kelimeleri sıkça geçiyor, kritik amacıyla olsa bile yazarken yüzüm kızarıyor. Ortaokul ve lisedeyken ben de muzır şiirler karalıyordum, fakat “Kobrayı saldım çayıra, Mevla’m kayıra,” misali masumane sözcükler kullanıyordum. Gerici zihniyet almış başını yürümüş, ulu hakan lalettayin peyzaj yapmayı dahi yasaklamış, lakin tekkeler, kıraathaneler gibi çeşitli mekânlarda oğlancılığa müsamaha gösterilmektedir. Romanı okuyan bir misyoner, o devirde pala bıyıklı sadrazamların, şehreminilerin, lalaların, yeniçerilerin, hassa askerlerinin, sipahilerin ve harem kâhyalarının cazibeli kancıklardan fazla cömert oğlanları ayarttıklarını ve çoğu yeni yetmenin ilk deneyiminin çarpık ilişkiyle başladığını sanabilir. Lüpçü abimiz, bir de çarıklarıyla köy meydanında piyasa yapan genç köylülerin, ergen olduklarında ilk kız arkadaş diye tesettürlü yavrular yerine çoklukla karakaçanları, daha açık bir ifadeyle karakaçamayanları tercih ettiklerini yazsaydı, düşeş atacak, Ermeni diasporasına iyi yaranacaktı, lakin bu yıpratıcı nükteyi unutmuş yahut işin cılkını çıkarmayayım demiş. Bir ihtimal, yayık yayan veya pamuk eğiren yavukluların iffetini düşünmüştür. Maazallah Müslümanların çoğunlukta bulunduğu bir ülkede yaşamasam, şeriatçı efendibabam ile beş vakit namazını kaçırmayan ilahiyatçıların ciğerlerini bilmesem, enseyi karartır, İslam âleminin ibne kaynadığını, yaygınlaşan şorololuk dolayısıyla kulamparaların çoğaldığını, azgın leventlerin kadırgalarla nonoş avına çıktıklarını tasavvur ederdim. Hey Mister! Oyalı yaşmak giyen ve köçeklik eden oğlanlar bu denli çok muydu, yoksa saflığımıza güvenip de çaktırmadan sallıyor musun? Kocasızlıktan gına gelmiş olmalı ki sevişken Şekure muasır babasıyla aşk üzerine özgürce tartışabiliyor; o yıllar şöyle dursun, günümüzün modern toplumunda bile bu çapta limitsizlik görülmüyor. Salt bu müzakerecilik dahi romanın gerçekçi olmadığını, Osmanlı örfünün çarpıtıldığını gösteriyor. Oldu olacak, bir de ensest türünden kaçıklık kurgulasa ve fingirdek Şekure’yi okşatsaydı, kendisini Nobel Ödülü’ne layık gören azaların iyicene belini getirebilirdi. Görgü fukarası Elif Şafak, bu türden bir senaryoyu “Baba ve Piç” romanında, ensesi kalın bir Ermeni ailesinin eti budu yerinde olan bireyleri üzerinde uyguladı; gayri nerede Ermeni görsem kendi kendime, “Acaba sapık mı?” diyorum. Şekure zillisinin, Hollywood’un riayetsiz yıldızlarına taş çıkartırcasına, leblebi yer kolaylığıyla oral seks yapabilmesi de tuhaf kaçıyor, sıkılganlık mefhumu Hak getire! Şekure gibisinden saksafona meftun olan bir haspa tavlayabilirsem gözüm açık gitmez. Ne mene kredisizlikse, çok karılı hacılarla hocalar dâhil bilumum efrat kıllı bir meblağ karşısında eğiliyor, demirlenmiş kapı kilitleri şahitsiz rüşvet verildiğinde şırakkadak açılabiliyor. Yere bakan yürek yakan Mister yazmamış, ben ekleyeyim. Osmanlı sultanlığında teokratik düzen vardı, perşembeleri yarım gün, cumaları ise tüm gün tatil uygulanıyordu. Osmanlı toplumu genelinden kat kat farklı insanları karakterize eden, yani basbayağı desise, yalan, esassız iftira ve yapmacık davranışlarla bezenen yapıtta resim yapmanın günah olduğunu savunan dinozorlarla da maytap geçiliyor. Bu nispetsiz roman acayip projelendirilmiş, bir tek masonlarla fasonlara atfedilmesi eksik kalmış; İslam dinine gönül veren müminlerin fikirleriyle zikirleri zikzak yapıyor, küsursuz para mahrumlukların üstesinden geliyor, ne hikmetse, Müslüman tebaadan makbul bir âdemoğluna rastlanmıyor. Yahudi Ester şapşal (?!) Müslümanlardan, ille de fistan giyen hatunlardan daha modern değer yargılarına sahiptir, elinin hamuruyla erkek işlerine bulaşıyor ve dirayetiyle bir dolu şeyin üstesinden geliyor. Pamuk’un yularının başkasının elinde olduğundan şüphe duymuyorum; yenilikçi müezzinleri tepindiren kitabını bitirdiğinizde dini bütün Müslümanların birer eş cinsel olduklarını zannediyor, Kâbe ile eklentilerini tavaf eden yeşil urbalı dindaşlarımızın gerçekte maddiyata tapındıklarına inanıyorsunuz. Adım gibi biliyorum, kazın ayağı öyle değildir, hürmetsizce yazılan paragrafların çoğu dolmadır ve o kıvılcımlı eser fabrikasyon bir üründür. Hey Mister, şirin gözükmek istediğin kâfirlere diplomatça yaklaşmanı anlıyorum da, bize de mi lolo? Entrikacılığın ve üçkâğıda bağlamanın bir adabı var, esrar dolu lafların ardına saklanmak ürünlü edebiyatçılara yakışmaz. Olaya ülkülerine bağlı, yurtsever vatandaşın duygusallığıyla bakıyorum; eğer Mason locasına kayıtlı biraderlerden biriysen ya da züğürt âdembabalara kastın varsa doğru yoldasın, ısmarlanmış yapıtlarına devam et, yakında dereceni yükseltirler.
Fitne
kumkuması yazar, Doğu tarihi ile sanat tarihini harmanladığını ukalalık
kertesinde ifşa ediyor, hâlbuki didaktizme karşı olduğunu sanıyordum; meğerse
meyilsizliği bilgi yoksunluğundan kaynaklanıyormuş, çünkü bildiği her kırıntıyı
kusuyor.
Saraylı
nakkaşlar, tam yetkiyle çalışan Enişte’nin başkanlığında kümeleniyorlar; Hz.
Muhammed’in vekili olarak cemaatimüslimin imamlığını ve din koruyuculuğunu
yapan halifenin, namıdiğer padişahın emriyle cafcaflı bir kitap üzerinde gizli
gizli çabalıyor, nesneleri ölmezleştiriyorlar. Cihangir hünkârın resminin Frenk
usulünce nakşedileceğine dair söylentileri işiten, ancak bu resimleşmenin dinen
caiz olmadığının endişesini taşıyan nakkaş Zarif Efendi, o günlerde zuhur eden
ve dört bucakta nam salan Erzurumlu vaiz Nusret Hoca’nın gerici ve yobaz camiasıyla
ilişkili olmasının da etkisiyle düşüncelerini meslektaşı Zeytin’e açıklıyor;
böylece çam deviriyor ve tedbirsizliğinin cezasını hayatıyla ödüyor; çünkü
hışımlı Zeytin, onun kendilerini Nusret Hoca’ya ihbar etmesi hâlinde dehşet
saçan müritlerinin baskınla her yeri yakıp yıkabileceklerini düşünüyor, daha
sonra Enişte’yi de katlediyor.
Katilin
ortaya çıkarıldığı sahne akıl dışıdır. Padişah, baş nakkaş üstat Osman ile
Kara’ya caniyi tespit etmelerini buyurur. Bu polisiye öyküde Kara’nın teyzesi
maktul Enişte ile evlidir, Kara da Enişte’nin nazenin kızı Şekure ile evlenir
ve damadı olur ki müessif olay esnasında yeni evlidir. Cinayetin failini
araştırırken mekik dokuyan Kara, zanlılardan Kelebek, Leylek ve Zeytin ile
münazara ederken, ansızın üçü birden kavlediyorlar ve fısıldaştıktan sonra
gümbedek Zeytin’in üzerine çullanıyorlar; bilahare kıskıvrak yakaladıkları
Zeytin’in gözlerini sorguç iğnesiyle kör ediyorlar. Ne ilginçtir, kısa süre
sonra kör olacağını anlayan Zeytin şabanlaşıyor, cır cır ötüyor ve suçunu
itiraf ediyor. Bir cinayetin bu türlü aydınlatılamayacağını bilmek için devriye
gezen polis veya tahkikat yapan jandarma olmak gerekmez, omurilik sıvısı
zedelenmemiş beyin kâfidir. Öte yandan, kaybedecek şeyi kalmayan er kişi veya
cicikli dişi bülbül gibi şakımaktansa susar, en iyi ihtimalle bilmece gibi
konuşur. Birbirlerinden şüphelenen ve iğne üstünde oturan dört nakkaştan üçü, o
muğlak ortamda, hangi nedene dayanarak dördüncü kişinin katil olduğuna
hükmediyorlar? Bu kafadarlığın sebebi bilimsel açıdan bir muammadır. Evvelsi
sayfalarda düğümün çözülüşüne dair mantıki bir emare olsaydı eyvallah derdim
ama okur gözüyle Zeytin’in aleyhinde kullanılabilecek bit yeniği kokusu
alınmıyor. Besbelli postmodern romanın planlanışı, sunuşu, sonlandırışı,
kurgusu, içeriği, biçemi, ölçülülüğü, artık her ne zıknabutsa bu formattaymış
ve “Modern roman da neymiş, moderne üç posta kaydıralım,” manasına geliyormuş.
Bu fâni
eserde o çağın figüratif resim sanatı hususiyetle incelenmiş, cinsliklerle dolu
satırlarda tozlaşan cesetler, kurulaşan ağaçlar ve natürel renkler dahi çıtır
çıtır konuşabiliyor. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu kitabı Siyonist
teşkilattan bir yamuk mu, yoksa Nişantaşı eşrafından Mister Pamuk mu yazmış,
ciddi kuşkularım var. Mister’in zeki ve bilgili olduğunu kabul ediyorum; Orta
Doğu tarihi üzerine okumuş, dibini kurcalamayı seviyor, fakat kâbussuz yaşamı
boyunca halkın arasına karışmadığı ve ekmek parası uğruna bir damla ter
akıtmadığı için genel yurttaşlardan hayli farklıdır, dolayısıyla yapıtlarında kodamanları
kaleme alıyor. Bu yavanlığa mecbur kalıyor, zira kıçını yırtsa bile alelade
yurttaşların yaşam koşullarını tahayyül edemez. Sıkıysa fiziki güç kullanımı ve
el yatkınlığı gerektiren bir işte becerisini sergilesin, ben de tükürdüğümü
yalayayım. Yalnız şu uyuşukluğa mim koyayım: Mugalatacı Mister’in edebi
formasyonunu yeterli bulmuyorum, hatta yeterince kitap okuduğuna da
inanmıyorum. Düz yazılardan oluşan yapıtlarında tatlılaştırdığı yazarların
herkesçe bilinen, türlü yorumlar yapılan, hülasa kesyapıştıra uygun kişiler
olması dikkatimden kaçmadı. Mavracı Pamuk’un idolü olan ve kasvetli eserlerini
sekreterine dikte ettiren Dostoyevski’yi örnekleyeyim. Romancılığın amentüsü
Dostoyevski ise lafım yok, değilse ki bu kanıdayım, o zaman düşünüp taşınalım,
derim. Uygarlık gittikçe gelişti, üretim makineleştirildi, tüm yarışçılıklarda
dünya rekorları paramparça oldu, aya ayak basıldı, canlılar kopyalandı, genel
görecelilik teorisiyle dogmalar tepetakla gitti, Neptün, Mars, Jüpiter, Merkür,
Plüton, Uranüs, Venüs, yıldızlar, meteorlar, uydular, astreoitler ve diğer
galaksilerde yaşam emareleri bulunup bulunmadığı tartışılıyor, gelgelelim 1917
Ekim devriminden önce yetişen Dostoyevski, Tolstoy, Çehov, Gorki ve Turgenyev
haricinde yetenekli Rus yazarına rastlandığını işitmedim, okumadım. Dev
yazarların şişirildiklerini ileri sürmüyorum, lakin troykalarıyla ünlü koca
Rusya’da, Bolşevik ihtilalinden sonra bir tane bile nitelikli eser veren
sanatçı çıkmadı derlerse, öyle sanatseverliği yadırgar, birilerinin göz ardı
edildiğinden pirelenirim. Bu sürrealite, kapitalizmin soğuk savaş dönemindeki
propagandalarından biri olabilir. Rusça biliyorsak ne mutlu! Çar ve çariçe
zamanında yazılanlar dâhil kaliteli ürünlerin alayını devirelim; Rusça
bilmiyorsak, susalım yahut isimlerini zikrettiğim eski toprakları “en iyi” diye
tanımlamayalım.
Mademki
Mister 301’den yargılandığı esnada muttali olduğumuz üzere düşünce özgürlüğünün
ateşli savunucularından birisidir, kendisini toplumsal fenomen konumuna
getirmek isteyen yayınevindeki görevliler hakkındaki samimi değerlendirmelerimi
de anlayışla karşılayacaktır. Böylece ilk romanını yazdıktan sonra ödül de
almasına karşın yayımlatabilmek için üç buçuk sene bekleyen şifrecinin kimlerin
desteğiyle bu merdivenin basamaklarını tırmanabildiği anlaşılabilir. Kaygıdeğer
ama saygıdeğmez abimizin eciş bücüş dosyalarını İletişim Yayınevi
kitaplaştırıyor, onu fi tarihinde Can Yayınları’ndan transfer etmişlerdi; bu
kumpanyanın sahipleri eserlerinde Osmanlı tarihine yer veren veya mahallileşen
yazarlara sürgülü kapıları ardına kadar açıyorlar. Kitap kurduyum, tarihe
meraklıyım, tarihsel şahsiyetlere alaka duyuyorum, ille de Tanzimatçılara
sempati besliyorum. Buna rağmen İhsan Oktay Anar’ın Amat’ının yirminci
sayfasına varamadım; Arapça kelimelerin fazlalığından illallah deyip boşladığım
bu eser kült roman diye lanse ediliyor. Murat Belge’nin direktörlüğündeki
İletişim Yayınevi’nin bünyesinde sözüm ona sosyalist öğretiyi müdafaa eden
Birikim Yayınları da yer alıyor. Birikim Dergisi genel yayın yönetmeni Ömer
Laçiner, NTV’de 17 Ekim 2006 tarihinde Can Dündar tarafından hazırlanıp sunulan
“Neden“ programında “Milliyetçilik Neden Yükseliyor?“ konulu açık oturuma
katılmış ve küreselleştirmeye gönül veren merkezcileri bilgilendirmişti; yıllar
evvel İletişim’den çıkan bir kitabıyla MHP uzmanlığına soyunan fosyalist editör
Tanıl Bora da beyefendiye eşlik ediyordu. Naklen yayımlanan bir maçla
çakışmadığı için fosyalist abilerimi futbolseverler de izleyebilmişlerdi; bizle
iletişim kuran İletişimcilere müteşekkirim, pirüpak oldum. O Tanıl Bora ki
oyunun kurallarını olsun öğrenmeden futbol hakkında ahkâm kesebiliyor,
karaladığı manasız cümleleri kitap diye sunabiliyor. Bora, sporseverlik
türküleriyle millete külahını ters giydiriyor ama ömründe bir kez olsun dömivole
yapmadığı anlaşılıyor, yoksa ayağı çıkar, bastonla gezerdi, sakatlanışıyla
takımını eksik bırakması da caba! Bu spor dalı onu kötürümleştirir, tıpatıp
arızalılara benzeyen tipiyle ofsayda düşüyor, başka mecralara akması
menfaatinedir. Fasa fisoyu bırakıp neticeye geleyim. “Birikim Dergisi’nde
sosyalizmin güzelliklerini üstünkörü açıklayan bu fosyalistler Orhan Pamuk’un
arkasında duruyorlar,” desem, ikide bir birbirlerinin arkasına geçen ibnelerden
bahseden bir yazara laf çaktığımı sanabilirsiniz; o hâlde bu kabil bir
tanımlamadan uzak durayım. Mister’in efemine tavırlar sergilediğini işitmedim,
masumiyetine inanmak zorundayız. Gene de tüm kalbinizle, “Yetmiş beş milyon
Türk, hep beraber onun ve maval okuyan ekibinin arkasındayız,” derseniz, paşa
gönlünüz bilir. Demokrasi özürlü diye damgalanan bir ülkedeyiz, mevsimlik
yaşıyoruz, yurttaşların hem milliyetçi hem sosyalist çizgide uzmanlaşmalarına
şaşırmıyorum, İletişim Yayınevi de sol gösterip sağ vurma ve kavuk sallama
mevzularında ustadır. İlkesizliği ilke edinen ve literatüre “şovenist
Marksistler” diye yeni bir deyim armağan eden destekçiler var iken, Orhan
abimiz evvel Allah nice ödülü bohçalar.
Ömrühayatında
bir damlacık alın teri akıtmayan ama Marksizm bayraktarlığı yapan ve de Hale
Soygazi çapında bir fotomodeli, aktristi kafesleyen Murat Belge’ye geçeyim.
Savunduğu emekçi zümreyi bırakalım, doğduğu günden beri içinde yaşadığı burjuva
ideolojisinden bile bihaber olan Murat Belge ile canlı yayınlarda birebir
münakaşa etmek, edebi ve entelektüel kifayetsizliğinin boyutlarını cümle âleme
ispatlamak isterdim, hem o da etkileşim becerisini test eder. Torpilli profesör
üniversite kürsülerinde ders veriyorsa kabahati bana yüklenemez, akademik
unvanlarını ben vermedim ki gocunayım ya da iki tutam sakalını yolayım.
Kendisiyle ortak paydamız olmadığını müşahede ettiğim için gurur duyuyorum.
Nalbant arkadaşım Sinan hava karardıktan sonra zilzurna geziyor ve fosur fosur
puro içiyor, ona mahallece purofüsür diyoruz, şimdiye dek yüzümüzü kara
çıkartmadı, lakabının hakkını verdi; endamıyla iki koltuğa zor sığan Monşer
Belge ile meslektaşlığı bana meyvesiz ağaçları hatırlatıyor. Zamanın Basın
Yayın Genel Müdürü Burhan Asaf Belge’nin oğlu ve Türk Dil Kurumu’nun
kurucularından Yakup Kadri’nin halazadesi sıfatıyla hot zot atan bu şahıs
hakkında söyleyecek epeyce sözüm var ama mahkemelere ödeyecek param yok. DNA
kompetanı değilim, genetikçilerle de düşüp kalkmadım, dolayısıyla şunun bunun
nesebi hakkında fikir yürütemem. Fıkracı Engin Ardıç’ın cep anlatı dizisi
kapsamında neşrolunan kitaplarının tümünü yalayıp yuttum, meşhur Emmanuelle
filminde oynayan erotizm tanrıçası Slyvia Kristel’in mabadına varıncaya değin
tafsilatlı açıklamalar yaptığı “Teğel Teğel Hüzün” isimli yapıtına değineceğim.
Ardıç kuşu, namıdiğer fakir pek sık yaptığı gibi başka dergilerden,
almanaklardan, kitaplardan … materyal araklamak suretiyle karmaşık sorunları
şeffaflaştırmış; geçmişin ünlü film yıldızlarından Zsa Zsa Gabor’un anılarını
da okumuş ki “Bayan Jaja, Ya da, Üvey Anan Koca mı Gördü?” başlıklı yazısında
yekten Murat Belge’yi fitillemiş. Ardıç abimiz benim indimde hergeleliğin
duayenidir ve muhabirlikte üstüne yoktur, “Nokta Dergisi’nde rewriting
yapıyordum,” derken galiba bu nevi tırtıklamaları kastediyordu. Bu
kudretsizliği okurken parmak ısırdım, paylaşayım, yorumunu size bırakayım.
Burhan Asaf Bey önceleri CHP’de siyaset yapmış, bilahare hidayete ermiş ve
Adnan Menderes’in Demokrat Partisi saflarına geçmiş. Oğlu Murat Belge bir
zamanlar Marksistlikle iştigal etmiş, ilaveten tarihe meraklı bir kişi izlenimi
veriyor; umarım bu tarihi gerçekler tıraşsız yüzünü kızartmaz. Hakkın rahmetine
intikal eden pederine yahut kendisine fırıldakçı demiyorum ama şu anki fikir
yelpazesinin hangi yöne estiğini öğrenmek isterdim. Piçoz muhabbetlerin tellalı
ve dahi tornistan uzmanı Enginar Dıç’ın işbu kitapta buyurduğuna bakılırsa,
Burhan Asaf Belge, bir sürü erkeğin kalbini çalan bu cinsilatifin ilk
kocasıymış; Gabor bacıyla 1935 yılında dünyaevine girmişler, 1939 yılında
boşanmışlar, nafaka bağlanıp bağlanmadığını bilemiyorum, ancak karalar
bağlanmış. “Sıcakkanlı Türk’e böyle bir evlilik yakışırdı, bravo!” diye
övünmeyin, çünkü gelinlik koleksiyoncusu da diyebileceğimiz asortik gacının
kaleminden çıkan cümleleri öğrenince hevesiniz kursağınızda kalacak. Tam dört sene
süren bu mantıklı (?) birliktelik esnasında heyecansız Burhan Asaf Bey’in eli
Zsa Zsa dilberinin eline değmemiş. Yuh! Rahmetli Asaf Bey’i sübyancılıkla
suçlamıyorum, fakat bedbaht yengemiz erişkin değilmiş ki, “Burhan, kocadan çok
amca gibiydi. Beni okula gönderdi, dişlerimi yaptırdı,“ gibilerden
çiziktirivermiş. Çifte kumrular, Burhan Asaf Bey Budapeşte Türk
büyükelçiliğinde basın danışmanıyken tanışmışlar. Babalığın lolitaya
sevdalanışına da kovalayışına da kulak asmıyorum, çünkü Zsa Zsa 15 yaşında körpe
kız iken tekaütlüğü yanaşan temsilcimiz 43 yaşındaymış, yani arada 28 yaş farkı
var. Nikbin kızcağızın tam on üç köpeği varmış; tangırtıdan elaman çeken ve on
dördüncü iti getirmesine izin vermeyen babasıyla anlaşmazlığa düşmüş, çocukça
bir öfkeye kapılmış, ceketini omuzlamış, derli toplu evini terk etmiş ve bir
sığınmacı misali Burhan Asaf Bey’e kaçmış. Çok köpekli Gabor Hanım, eserinde
havlayan finolarına değinmemiş, “Burhan Bey hariç tüm kocalarıma âşık oldum,
evliliğimiz boyunca Burhan’la hiç yatmadım,” diyormuş. Eyvah ki ne eyvah, gel
de şimdi gazaplanma! Ne şiş yanmış ne kebap, alyans ve takılar uğruna çarçur
edilen kaymeler güme gitmiş, sefirlikteki gayretkeş dostların harcadığı emekler
neticesiz kalmış, nikâhsızlık daha iyidir. Asaf Bey, idam cezası infaz edilen
Demokrat Parti lideri Adnan Menderes’i Radyo Gazetesi’nde siyaseten savunduğu
halde kılına halel gelmemiş, oysaki et tırnak olduğu dava arkadaşları
Yassıada’da sürüm sürüm sürünmüşler. Yoldaş Murat Belge babacığının nasıl
sigortalandığını ve akıbetini uzunca anlatırsa derinleşiriz. Yazamama yeteneği
ve üslupsuzluk Allah vergisidir, her kula nasip olmaz; bu rağbetsiz vasfına
binaen berbat eserler vermek isteyen ve büyük bir başarıyla gerçekleştiren
Murat Belge’nin yapıtları ninnilerden farksızdır, doğrusu kafama sıksalar
hiçbirini sonuna kadar okuyamam, maalesef gâvurcadan tercüme ettiği kitapların
da tadı tuzu bozuluyor. Mesela, Nobel ödüllü William Faulkner’in Ağustos Işığı
isimli romanı, Cem Yayınevi tarafından 1983 yılında basılmış. Bu kitap konusu
itibarıyla bir serüven romanını aratmıyor, gayet tempolu izlenimi veriyor amma
son satırına değin okuyabilen yazıncının alnını karışlarım. Bu zevksizlik
yazardan yahut düzeltilerdeki kopukluktan değil de hezeyanlarını dökmek için
edebiyata merak saran basiretsiz tercümanından kaynaklanıyor. Ne yapın edin,
saçma sapan cümleler ve bir sürü Türkçe yanlışlarıyla dolu bu yapıtı bulun,
çünkü bu derece yeteneksiz bir adamın nasıl olup da podyumlara çıkabildiğine,
üstat payesi alabildiğine anlam veremeyeceksiniz. Aslında iddiacılıktan
hoşlanmam, fakat laf olsun torba dolsun babından kişnemediğimi, kati surette
hakaret etmeyi veya çamur atmayı düşünmediğimi, aksine formel ölçütleri baz
aldığımı, iyi niyetliliğimi ve tutarlılığımı ispatlamak adına cesur bir adım
atayım: Objektif olamayacağımı farz edelim ve beni sallayalım, bu gezegendeki
kitapseverlerin tümünü de evhamlı diye eleyelim ve iki kafadara danışalım; eğer
Murat Belge, o çevirisini makul düzeyde buluyorsa ve kankası Mister, “He lan,
Monşer Murat haklıdır, kalıbına tükürülesi Reziliazam durduk yerden kıyamet
koparıyor,” diye onaylayabilirse, her kitabımın kapağına, “Şerefsiz Şenol Onay
denli densiz söz söyleyerek milletin kan dolaşımını hızlandırıyor,
mırıltılarını kale almayın, köpekoğluköpeğin biridir, sivri dilini kudurgan
leoparlar yesin,” yazdıracağım. Sayın abim! Kendi çiziktirmelerine lafım yok,
ister parşömen kâğıdına yaz, ister kuşe kâğıdıyla bastır, beğenen vatandaş
okur, beğenmeyen şahıs hastir çeker ama çeviriyi sıradanlaştıramazsın, yöreselleştiremezsin.
Lütfen, vasıflılık isteyen bu hobinden vazgeç, sittinsene kahrını çekemem. Geç
kalmadın, kemiksiz beş on sene yaşarsın, zati cehennemliğim, öte dünyada gün
yüzü görmeyeceğim, bari şu âlemde yakamdan düş de mesleğinin erbabı
çevirmenlerden kana kana William Faulkner okuyayım. Bana bu kıyağı çekersen,
helvanı yerken seni minnetle yâd ederim. Senden istifade edilebilecek branşlar
bulunabilir ama edebiyat olmadığına garanti verebilirim. Hangi sen? Yerküredeki
her maddeden randıman alınabilir. Mesela kireçli taşı tebeşir olarak
kullanabiliyoruz, atık kâğıdı oluklu kartona dönüştürebiliyoruz;
fosilleştiğinde seni de petrol olarak değerlendirebilirler. Mösyö Belge! Bana
bir iyilik yap, benden uzak dur; kendine bir iyilik yap, insanlardan uzak dur,
ıssız adada tek başına yaşa, zira haysiyetine düşkün bir erketeci tarafından
yetmiş iki parçaya ayrılana dek şişlenebilirsin. Cavlağı çekmen için dua etmek
bana, şu mümtaz kültür aristokratına pislik yapmak da sana yakışmaz. Doğum
günüm, benim indimde öldüğün gündür; bu da okurların yakasından düşmenle
olabilir. Sonuç alana kadar kültür bakanı, başbakan ve cumhurbaşkanına varan
silsileimeratip zincirine başvurmamı istemiyorsan, artık kaybol. Günahkâr
olmasına günahkârım, her naneyi yedim, ancak senle muhatap olmak gibi bir
yaptırımı hak etmedim. Oğuz Atay diyeli, bat dünya bat! Yaratıcı yazar olarak
öldürücü tacire, daha doğrusu çırpındığı halde yazamayan beyefendiye iyi
dileklerimi sunamamamın üzüntüsüyle kavruluyorum. Senle kontakt kurarak
yaşamaktansa ölmeyi, nur yüzünü görmektense kör olmayı, yirmi desibel
şiddetindeki detone sesini duymaktansa sağır olmayı yeğlerim. “Murat Belge’nin
çevirilerinden hazzeden kimse yok mu?” diyeceksiniz. Memet Fuat De Yayınevi’ni
kurmuş, Akşit Göktürk’ün filoloji öğrencisi olan Belge abimize kucak açmış,
hatta “Duyumsanmayan Karanlık” isimli kitabında, “Faulkner, Joyce gibi
yazarların yapıtlarını çevirmekte büyük başarı gösteren Murat Belge,“ tabirini
kullanıyor. Som altının kıymetini simyacı ile kuyumcu bilir, Memet Fuat kitaptan,
edebiyattan ne çakar? Memet Fuat denilen zat karalamalarını kitap diye piyasaya
sürmüş; deneme türünden tiksinmeye niyetliyseniz, herhangi bir eserinin üç beş
sayfasına göz gezdirmeniz yeterlidir. Memet Fuat’ın babası yazar Vedat Örfi,
üvey babası Nazım Hikmet’dir; bu abimiz lisedeyken verem geçirmiş, spor hayatı
başlamadan bitmiş, çürük raporu alıp askerlikten yırtmış, fakat karakterini
tartışmaya niyetim yok, tezkerecilikten huylanması kendi problemidir. Memet
Fuat bulunduğu her yere gökten zembille inmiş, örneğin 1972–1980 yılları
arasında Mehmet Bengü adıyla voleybol milli takımımızda antrenörlük yapmış ama
iki üç sene öncesine değin hayatında voleybolla ilgilenmemiş, hiç küt çakmamış,
daha doğrusu bol bol kepçelemiş. Akşit Göktürk’ün adı geçmişken kısaca
değineyim. Bu beyefendi çeviri üzerine dersler veriyor, maşallah profesörlüğe
dek yükselmiş; ucuzluğuna kandım ve “Sözün Ötesi” isimli 222 sayfalık yapıtını
okumak istedim, ne var ki on sayfa bile gidemedim. Tahsin Yücel’in ön sözüyle
her yazının sonundaki notlar dizinini atarsak geriye 150 sayfa anca kalır;
kolayca hatmedilecek bir kitaba benzetmiştim, meğer serap görmüşüm. Gudubet
denemeleri alıntılarla doluydu, para verdim diye kendi kendimi şamarladım,
malullüğüme ramak kaldı. Akşit Göktürk’e ilişkin değerlendirmelerim tahkir
kapsamına girebilir, korkusuyla ötesini berisini kurcalamayacağım, arif olan
anlamıştır. Gıllıgışlı Mister’i ve beklenmedik istikametlerde yelken açabilen
yardakçılarını etraflıca tanıtayım dedim; Türkiye gerçeklerini kavramanıza bir
nebze katkım olduysa ne mutlu bana! Kusturucu iddialarımı yabana atmayın,
“Körler sağırlar, birbirlerini ağırlarlar,” lafının menşesini araştırın.
Lafı
uzattım, zevzekliğimi bağışlayın, artık bağlayayım. Tozu dumana kattığıma
bakmayın, hırçınlığı sevmem. Savunduğu fikirlere isnaden değil, bilakis
saptayışlarını rötuşlattığından, metotsuzluğundan, yere ve zamana göre
davranmayı şiar edindiğinden, kişiselleştirmesi gereken sivrilikleri
millileştirdiğinden dolayı Mister Orhan Pamuk’a tavır koyuyorum. “Üç kıtayı
ilhak etmişiz, milyonlarca Ermeniyi, Kürdü, Rumu, Lazı, Çerkezi tehcire
zorlamışız, mütarekeden evvel azınlıkların çoğunu boğazlamışız,” desin, zerre
iplemem, çünkü toleranslı bir düşünürüm. Samimi olması kaydıyla en radikal
tezlere dahi müsamahalı yaklaşırım; Marx’ı, Taliban’ı, nazizmi, satanizmi,
putperestliği benimsesin, umursamam; içtense, fikriyle zikri birse ve medenice
meramını anlatıyorsa her tarikatçıya saygı duyarım. Son kitabının tanıtımı
mahiyetinde Orhan abimizle röportaj yapmışlar. O da, “Roman okuyabilen herkes
roman yazabilir,” buyurmuş. Hoppala! Şu popülist yaklaşıma bakar mısınız?
Cevher yumurtlama diye buna derim. Mister Pamuk pembe boncuk dağıtıyor,
faraziyesine inanmayın, işkembeden sallıyor. Yazmak dünyanın en zor, en saygın
işidir ve tamamen kalıtımsal yeteneğe bağlıdır.
Onca
havladım, anırdım, gene de Mister Pamuk’un eserlerini hararetle tavsiye
edeceğim, çünkü o denli bir işkenceye maruz kalırsanız, hâlihazırda güllük
gülistanlık bir yaşam sürdüğünüzü anlar ve mutlu olursunuz. Bizi mutsuz ederek
mutluluğu öğreten burnu büyük yazara Allah zeval vermesin, tuttuğu teneke
olsun, altın suyuna bandırsın, romancıklarına hayran kalan yığınları Yahudi
tüccarlar vasıtasıyla dolandırsın. Âmin!
İçimde ukde kalmasın, kusarsam belki ferahlarım: Mister Orhan Pamuk bu ülkenin bekasını isteyen bir halk çocuğuysa ben orospu çocuğuyum; diğer hipotezlerim boğazımda düğümleniyor, anayasa ve babayasa hükümleri mucibince telaffuz edemiyorum.
İçimde ukde kalmasın, kusarsam belki ferahlarım: Mister Orhan Pamuk bu ülkenin bekasını isteyen bir halk çocuğuysa ben orospu çocuğuyum; diğer hipotezlerim boğazımda düğümleniyor, anayasa ve babayasa hükümleri mucibince telaffuz edemiyorum.
Not: Reziliazam'dan alıntıdır, her hakkı saklıdır, izinsiz kopyalanamaz, başka yerde yayımlanamaz. Kitabım diye yazmıyorum, Reziliazam'ın kült eser olduğuna inanıyorum, lakin fincancı katırlarını ürküttüm, dokuzuncu köyden kovuldum. İbnetorların ambargosunu delin, okuyun, okutun, kütüphanelere tavsiye edin.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
My future plan
After translating my first satirical novel, Horgeneral, into English, I will try to reach foreign publishers, but I will not delay, I will t...