Pazar, Eylül 20, 2015

Coni (20 Eylül 2015)


Coni (20 Eylül 2015)


Cahillik

Bu ülkede yaşayan biri cahilliğe mahkumdur, tek çıkış yolu var: Gavurca öğrenecek, kafiristandaki eserlere hatim indirecek. Kendi adıma anırıyorum, bin civarında İngilizce eseri devirebilsem gam yemem, gözüm açık gitmem. Kelime dağarcığmı geliştirirsem, otuz-kırk bine çıkarırsam, İngilizce yazabilirim. İnziva hayatı yaşamak, bir köpek edinmek, kana kana okumak, keyifle yazmak, spor yapmak, birinci derece kan bağım olan akrabalarım dahil (Babamın sülbundan gelen dalyarakla fitneci anamı imliyorum,) tüm Türklerle irtibatı kesmek gibi bir idealim var. Olacak ya da olacak. Coni'nin yüzü suyu hürmetine burada bekliyorum, yoksa çoktan tüymüştüm.

Hayatımın En Mutlu Ayları

İyi ki kaza geçirdim, elmacık kemiğim kırıldı ve ameliyat oldum, yoksa Sığacık'tan Ankara'ya gelmezdim. Hayatımın en güzel aylarını yaşıyorum, maddi ve manevi anlamda doygunluğa kavuştum, tatmin oldum. Beni borsayla özdeşletirenlere müjdeleyeyim: Şimdilerde euro/dolar paritesinde (Beklentilerimin çok ötesinde bir performans sergiliyorum, şans mıdır, deha mıdır, anlayamadım gitti, ancak paraya önem vermediğim için aldırmıyorum, işime bakıyorum,) terör estiriyorum. Tek hedefim kaldı: Sonbahardan sonra biraz diyet yapacağım, baklavaları (Aslında şimdiden çıkardım ama süper definasyon için yağların tamamını eritmek lazım,) dizeceğim, kafiristana hicret için aportta bekleyeceğim. Minik kuşum büyük dostum Coni çok yaşlandı, kanaryaların sekiz ile on yıl yaşadığı söyleniyor ama o on bire girdi. Burada sırf onu bekliyorum, ne pahasına olursa olsun tüyeceğim. Cukkayı stokladım, her ülkede yaşayabilirim, yeter ki vizeyi koparayım. Antrparantez, İngilizcemi bayağı geliştirdim, kıro Alamancıların yirmi senede öğrenebildiği Alamancadan katbekat fazla İngilizce biliyorum. Cenabıtotem nasip eylerse Türk doğdum, gavur öleceğim.

Çarşamba, Eylül 16, 2015

Reziliazam'dan Alıntı

Benim gibi kuramsal bilginize, zekânıza güveniyor ve “Zincirlerimden başka kaybedecek neyim var?” diyebiliyorsanız, para sizin için amaç değil araçsa, net biçimde ifade edeyim, kenara ayırdığınız parayı yok sayabiliyorsanız, kesinlikle borsayla tanışmanızı öneriyorum. Köpeklik eden ve deveyi havuduyla yutan iktisatçıları ancak İstinye sırtlarında tokatlayabilirsiniz. Halkı soyan abuzittinleri soymaktan daha güzel bir şey olabilir mi? Şunu da kafanıza kazıyın: Sanal âlemde kafanızı çalıştırıp reel dünyada kazanç sağlayabileceğiniz tek yer borsadır. 

Cuma, Eylül 04, 2015

Reziliazam'dan Alıntı

Bir Türk’ün normalleşebilmesi için olmazsa olmaz şart nedir? Kesinlikle yurdum gazetelerini, bilhassa köşe olmuş köşe yazarlarını okumamalı, spor yayınları ve belgeseller haricindeki televizyon yayınlarını izlememeliyiz. Ajansları internet sitelerinden, yabancı gazetelerden, reutersten filan anbean takip edin, fakat berrak dimağınızı tekelci medyadan koruyun. Bu şaşırtıcı gerçeği keşfettiğimde otuz dört yaşımdaydım, yani hayli geç kalmıştım. Maalesef hepimiz papağanlaşıyoruz, ileri sürdüğümüz fikirler kendimize ait değildir, bir yerden okuduğumuz ya da duyduğumuz safsataları bire beş katıp kişniyoruz. Borsadaki başarımın tılsımlı formülü bu kaçışımdır; menetmekten değil bilinçli bir tercihten bahsediyorum, bu nüansı atlamayın.

Çarşamba, Ağustos 12, 2015

Twitter Hesabım

Twitter hesabımı 12.08.2015 akşamından sonra gizliye ayarladım, böylece finansal tüyolar verebilirim, keyfimce kükreyebilirim. Bu iş iyi oldu, artık parazitlerden kurtulacağım. Borsa yorumculuğunu bırakalı on yılı geçti, pılı pırtıyı topladığımda aylık 25 lira ödeyen 39 üyem vardı, senelerdir twetter'da kişniyorum, hem yazarım hem emsalsiz borsacıyım, beni iplemiyorlar, daha doğrusu gizlice takip ediyorlar. Sizi gidi köftehorlar! Siz giderken ben geliyordum, bildiğinizin bin mislini unuttum. Hacıyatmazlar! Kanaryamın çükünü yiyin, benle müşerref olmak şereftir ve sizi bu şereften yoksun bırakıyorum, yeni durumunuzu (Kimseye şerefsiz demedim, öyle anladıysanız ne yapabilirim?) sorgulayın.

Pazar, Temmuz 19, 2015

Fosyalist! (Not:Reziliazam'dan Alıntıdır, Her Hakkı Saklıdır, Başka Yerde Neşredilemez,)

Ey fosyalist denilen insan müsveddesi! Sosyalist eşkâline bürünüp martaval okumayı bırak, özüne dön! Sayende öğrendim ki kuduz köpekten kaçmayacaksın ama Türkiye Cumhuriyeti pasaportlu bir vatandaş, “Ben sosyalistim,” diye lafa başlıyorsa arkana bakmadan kaçacaksın. Kuduz köpeğin ısırığının muhtemel zararlarını bir ayda tamamlanan beş aşıyla bertaraf edebiliyoruz, fakat mutasyona uğrayan fosyalizm virüsünün çaresi yok! Elektron, proton ve nötron parçacıkları uzmanı olan Einstein abimin meşhur teorisine göre bir gram maddenin enerjiye dönüşümünden vasati bir insanın 23500 yıllık ihtiyacını karşılayacak ölçüde kilokalori enerji elde edilebiliyormuş; şayet fosyalistlerin tamamını enerjiye dönüştürmeye kalksaydık, evrenin sonu gelebilirdi. Şu hâlde onları yok etmeye de gelmez. Varlıkları bir dert, yoklukları bin bela! Yaktın bizi fosyalist, Allah belanı vere!

Perşembe, Temmuz 02, 2015

Dolar'ın (USD) Cenazesi - THE FUNERAL OF USD

Konjonktür muvacehesinde dolarla olan evliliğimizi bugün itibarıyla sonlandırdım; talakıselaseye uygun olarak üç defa "Boş ol!" dedim, yeşil sarıklı hocadan boşanma ilamını aldım, müftüye de Mecelle'ye, şeriata, kapitalizme, Marksizm’e uygunluğunu tasdiklettirdim. USD öldü, totemuteala rahmet eylesin! Amin! Merhumun çok ekmeğini yedim, mekanı cehennem olsun ki orada da görüşelim. 

Perşembe, Haziran 25, 2015

HZ. MELİH GÖKÇEK (REZİLİAZAM'DAN ALINTIDIR, HER HAKKI SAKLIDIR, İZİNSİZ YAYIMLANAMAZ)

HZ. MELİH GÖKÇEK

Öncelikle belediyelerin kaynaklarını spor kulüplerine aktarma modasının öncülerinden olan Sefa Sirmen ve Celal Doğan gibi mümtaz şahsiyetleri şükranla anıyorum. Onlar sayesinde bazı kendini bilmez belediye başkanları yol, su, elektrik, kanalizasyon, altyapı, kültür ve benzeri lüzumsuz işler yerine asli görevlerini öğrendiler. Hikmetine sual olunmaz yüce iblislerim hasbelkader bir gün muhterem Sirmen ve Doğan ile ıssız ve tenha yerlerde teke tek karşılaşmamızı lütfeylerse, yanımdan ayırmadığım meşe odunumla kendilerine karşı beslediğim derin muhabbet ve bağlılık duygularımı sunmaktan imtina etmem. Böylece, gıllıgışlı erketecilere tapınmayı şiar edinen Reziliazam’ın hürmetinin nişanesini ebediyete intikal edene dek taşırlar.

Ankaraspor, Keçiörengücü ve Askispor derken son olarak Ankaragücü’ne boyunduruk vuran başkent belediye başkanı Melih Gökçek’e Allah zeval vermesin; devletin kasasını boşaltana kadar esenlikli ve uzun bir ömür sürsün! Âmin! Bir asır önce ücra köşelerde gizlice futbol oynayan limonatacıları hafiyelerine kovalatan hünkârlar vardı. Şimdiyse, “Allahtan başkasına hesap vermem,” parolasıyla hükümranlığını ilan eden Hazreti Melih bin Ahmet Gökçek’i görüyoruz. Zatıalileri benim indimde evliya mertebesindedir, ayrıyeten son padişahtır. Kefereden devşirilen medeni yasanın gazabına uğrayan sultanımın haremi yok, lakin zevcesi ve dahi veletlik devirlerini geride bırakan şehzadeleri var. Allah nasip ederse, bu memleketin anasını ağlatma işini, yani sevinçten ağlatma mevzusundan bahsediyorum, onlar devralacaklar. Ankaragücü başkanlığı makamını bileğinin gücüyle işgal eden yetenek abidesi şehzade Ahmet Gökçek’in huzuruna çıkabilseydim, en kralından bir temenna çaktıktan sonra bir de kafayı… kısacası kafasını kullanırsa Ankaragücü’nü Şampiyonlar Ligi’nin finalinde oynatabileceğini söylemek isterdim, fakat prensipleri gereğince derbeder hicivcilerle muhatap olmuyorlar.

Ankaraspor, Süper Lig’e çıkmadan önce maçlarını Keçiören’de yapıyordu. Ben olanca rezilliğimle tavukgötü büyüklüğündeki tribünde oturabilecek yer arıyordum ama Allah’ın futbol sahalarındaki elçisi Melih Gökçek, maçlardan önce sahanın ortasına helikopterle teşrif ediyordu. Avrupa ülkelerinde bir belediye başkanı bu biçimde davransaydı, “Gel lan buraya, halkın vergileriyle toplanan paraları hangi hakla çarçur ediyorsun?” diyerek adamı dolandırıcılıktan tutun, envaiçeşit yolsuzlukla suçlayıp görevden alırlar, büyük olasılıkla hapse tıkarlardı. Frenk diyarlarında beyhude yaşayan cahil ve cibilliyetsiz ekselanslara boşuna gâvur demiyoruz; gelsinler, idareimaslahat dersi alsınlar. Bana gelince, helikopterin kalkış ve inişinin ne denli maliyetli olduğunu bildiğimden, bu debdebeli ve forslu yaşantısına hayran kaldığım değerli başkanımıza her seçim döneminde oy vermeyi ihmal etmedim. Ölsün, gene ona oy vermezsem namerdim. “Dirisinin hayrını görmedim ki ölüsüyle hayal kırıklığına uğrayayım!” manası çıkarmayın, “kendilerine sonsuza kadar bağlıyım,” demeye getiriyorum. Vefa borcu denilen bir şey var ve bunu gösterebilmek adına iskeletine bile oy veririm.

Padişahım bonkörce harcadığı paralarla Ankaraspor’u Süper Lig’e çıkardı, transfer harcamaları itibariyle üç büyüklerle yarıştı. Çokbilmiş spor duayenlerine sorsanız, “Tüysüz delikanlıların vergilerini hesapsız kitapsız şekilde sağa sola saçtı da ne oldu? Sonuç havayla cıva değil mi?” derler. Kerameti kendinden menkul o kalemşörleri, sayın başkanımın arabalarıyla yol kesip adam sopalayan yiğit şehzadelerine havale ediyorum. Uluların en ulusu, yücelerin en yücesi bir hakanı savunmak elbette Reziliazam’a düşmez, ancak iktisat yasalarını bilmeyen zevzek dayanışmacıların havlamalarına ifrit olduğumdan susamıyorum. Evet, başkanımın bilmem kaç milyar dolarlık borç yükü altına soktuğu büyükşehir belediyesini resmen iflasın eşiğine getirdiğini, borçlarının bir kısmını olsun çevirebilmek için özelleştirmeler yapıldığını öne süren it kopuk çıkabilir, makro ve mikro iktisada aklım ermez, ancak bu mevzu sanıldığı gibi kötü değildir. Bilakis Türk ekonomisinin gelecekteki devasa hamlelerinin başlangıç noktasıdır. Kaz kafalı ekonomistlere şöyle izah edeyim: Birisi zengin diğeri yamalı pantolonla dolaşacak kadar fakir iki kişi düşünelim. Hangisi çok çalışır? Yo, yatağı kastetmiyorum, tabii ki yoksul vatandaşların kalantorlarla rekabette başarılı olabildikleri yegâne alan yorgan altıdır. Açlıktan kemikleri birbirine yapışan gariban yurttaş, zeytin ekmekle karnını doyurma pahasına gün boyunca eşekler gibi didinirken, ötekine genel müdür maaşı da verseniz mesailere bağımlı kalmayı kabul etmez; özcesi yoksulluk çalışmaya, bir şeyler üretmeye yol açıyor. Şu hâlde, Türk milletinin muhtaç olduğu kudret, damarlarındaki A (RH) pozitif kanlardan ziyade fukaralıktadır. Padişahım bu yampirilikleri hepimizden iyi biliyor ve Türk halkının karıncalar gibi çalışmasını istiyor. Elde barkta zırnık kalmayınca ilkin vergiler artacak, bilahare tek tük görülen iflaslar genele yayılacak, derken necip milletimiz yetmiş sente muhtaç olacak ve bir lokma ekmek uğruna yollara düşecek, sonuçta cennet vatanımda aylak insan kalmayacak. Ne muhteşem bir plan! Bu ülkede Hz. Melih Gökçek misali milli serveti ziyan edecek ve devleti devasa borç yükü altına sokacak on tane daha vatansever belediye başkanı bulunsaydı, altı aya kalmadan moratoryum ilan ederdik. Keşke bu tür bir fiyasko gerçekleşseydi, çünkü gırtlağına kadar borca batmış Türk halkının köle misali günde yirmi saat çalışacağına ve Japon mucizesini sollayacağına tüm kalbimle inanıyorum. Tembel politikacıların büyük başkanımızı sevmemelerinin esbabımucibesi budur. Allah belalarını vere, tiz kelleleri vurula! Âmin!

Herkes ahkâm keserse işler yürümez. Neymiş, padişahım futboldan anlamıyormuş. Tamam, şehzadelerin de anlamadıklarını kabul ediyorum ama daha iyidir, asıl anlasaydılar Türk futbolu mahvolurdu. “Iskartaya çıkarılan futbolculara harcanan o meblağla ben transfer yapsaydım, rahatlıkla üç sene peş peşe şampiyon olur, Fenerle Cimbom’u kovaya çevirirdik,” dediğinizi duyar gibiyim. Benim şapşalak kardeşim! Ağzından çıkanı kulağın duymaz, sağda solda hot zot atar, padişahımla şehzadelerimize laf çarparsın. Ne yani, tüm kupaları Ankaraspor veya Ankaragücü toplasaydı daha mı iyi olurdu? Egoistlik etmeyelim, sadece küçük bir azınlığı değil, Türkiye genelini düşünelim. Padişahımın iddiasız takımları sayesinde Süper Lig’in on yedi takımı da mutlu oluyor, ancak sen bencillik yapıp yalnızca Ankaragücü’nü düşünüyorsun. Soruyorum: Bir insanın mutluluğu mu yoksa on yedi insanın mutluluğu mu iyidir? Ankaragücü kaybedecek, diğer ekipler kazanacak! Reçete diye buna derim.


Muhayyer padişah Melih Gökçek ihtiyaç duyulması hâlinde halifelik makamını da layıkıyla doldurabilir, haddizatında her türlü eleştiriyi göğüsleyebilen, toleranslı bir şahsiyettir. Misal, padişahlar muhaliflerinin boyunlarını vurdururlar, fakat asaletine kurban olduğum Melih başkanın buna benzer bir münasebetsizliğe kalkıştığına rastlamadım, yalnızca mahkemelere verip süründürmekle yetiniyor. Ne asil bir ruh ya Rabbi! Fatih Sultan Mehmet padişahlıktan emekli olmasına rağmen SGK’den maaş alamama talihsizliğini yaşadı, ondan türeyen nesillerin osuruktan başka silahı kalmadı; Fatih’in torunlarından biri olmama karşın Babıali’de naralar eşliğinde taarruza kalkmıyor ve sabırla bekliyorsam, kadirşinas halkımızın Hz. Melih Gökçek’in hakkını teslim edeceğine olan inancımdandır. Padişahım sen çok yaşa! Gerçi dualarım kabul edilmez ve rotanı öbür dünyaya çevirirsen de gözün arkada kalmasın, çünkü araçlarıyla yol kesip milleti kötekleyen şehzadelerin yerini almak için aportta bekliyorlar. Ya Rabbi! Melih Gökçek’e uzun ömür ver ama bana da sabır ver. Âmin! Gayri dayanamıyorum, yani muhaliflerini görmeye dayanamıyorum.

Not: Reziliazam'dan alıntıdır, her hakkı saklıdır. Başka platformlarda izinsiz yayımlanamaz.

Pazartesi, Haziran 22, 2015

Güvercinler Bu Sabah (22 Haziran 2015) İlk Yumurtayı Bıraktılar

Kerkenezlerden sonra güvercinler balkonuma yuva yaptılar, bu sabah ilk yumurtayı bıraktılar. Dün gece kerkenez balkon demirinde uyudu, güvercin yuvada yattı, yani kerkenez şimdilik güvercine de yumurtaya da saldırmadı ama ileride yavruları yiyebilir.

Kerkenezlerin Altı Yumurtası!

Kerhaneciler balkonumu mezbahaya çevirdiler.

Pazar, Haziran 21, 2015

Kuşlar Etrafımdan Ayrılmıyorlar

Kerkenezler balkonumda yuva yaptılar, altı yumurta bıraktılar, kuluçkaya yattılar, yavruları büyüttüler, derken şimdi de güvercinler balkonuma yuva yapıyorlar. Üç günden beri çalı çırpı topladılar, bugün öğleden sonra güvercinlerden biri yuvaya yattı, herhalde yakında yumurtlayacak. İşin garibi kerkenezler balkon demirine konuyorlar, yatan güvercine sataşmıyorlar ama yarın öbür gün yumurtayı yahut yavruları yiyebilirler. Ben işime bakacağım, güvercinleri ekmekle (Balkonun yanındaki pencereye bırakırım,) besleyeceğim. Bu işte bir gariplik var. Demek ki hayvanlar bana itimat ediyorlar. Vay anasını sayın seyirciler! Tabii bu yaz balkon bana haram oldu, halbuki ne hayallerim vardı. Sandalyeye kurulacaktım, birayı yudumlayacaktım, yıldızları seyredecektim. Totolar yattı!

Çarşamba, Haziran 17, 2015

Futbol Kamuoyunun Dikkatine!

Salakların yöneticilik yaptığı kulüpler desteklenir mi? Transfer girişimlerine bakıyorum, taraftara acıyorum. Yabancı bir takımda yedeğin yedeği olan bir golcü söylesem, kelepire alınır, bizim kral (?!) Burak'ı top diye oynar. Wolfsburglu Bendtner 27 yaşında, Danimarka milli takımın as oyuncusu, gelgelelim Bundesliga'da forma şansı bulamıyor. Şapşal yöneticilerimizle, dangalak menajerlerimizle bu kervan yürümez. Romanlarımı İngilizceye veya başka bir dile çevirtsinler, yayımlatsınlar, onlara düşük maliyetle süper bir ekip kurdurayım. Ajandama otuz iki yabancı futbolcunun ismini kaydetmişim. Dangalak yöneticilerimizle ahmak menajerlerimiz benle irtibat kursunlar. 

Pazar, Haziran 14, 2015

Minik kanaryam, büyük dostum: Coni!

Kathy ve Bella

Kathy ve Bella

Alakarga Yavrusu Uçuş Eğitiminde (Magpie Baby)

Alakarga Yavrusu Uçuş Eğitiminde (Magpie Baby)

Alakarga Yavrusu Uçuş Eğitiminde (Magpie Baby)

Alakarga Yavrusu (Magpie Baby)

Alakarga Yavrusu (Magpie Baby)

Alakarga Yavrusu (Magpie Baby)

Alakarga Yavrusu (Magpie Baby)

Alakarga Yavrusu (Magpie Baby)

Alakarga Yavrusu (Magpie Baby)

Alakarga Yavrusu (Magpie Baby)

Alakarga Yavrusu (Magpie Baby)

Alakarga Yavrusu (Magpie Baby)

Alakarga Yavrusu (Magpie Baby)

Alakarga Yavrusu (Magpie Baby)

Alakarga Yavrusu (Magpie Baby)

Kathy ve Bella

Coni

Alakarga Yavrusu (Magpie Baby)

Magpie Baby to Freedom- Saksağan Yavrusunun Özgürlüğe Uçuşu

Alakarga Yavrusu

Alakarga Yavrusu

Şenol Onay Sportstv Kitaplı Spor Programında-9

Şenol Onay Sportstv Kitaplı Spor Programında-8

Şenol Onay Sportstv Kitaplı Spor Programında-7

Şenol Onay Sportstv Kitaplı Spor Programında-6

Şenol Onay Sportstv Kitaplı Spor Programında-5

Şenol Onay Sportstv Kitaplı Spor Programında-4

Şenol Onay Sportstv Kitaplı Spor Programında-3

Şenol Onay Sportstv Kitaplı Spor Programında-2

Şenol Onay Sportstv Kitaplı Spor Programında-1

Şenol Onay'dan Fotoğraflar

Pazar, Haziran 07, 2015

İnanın, keşke kaza yapmasaydım diye hiç hayıflanmadım.

Beni afsunladılar mı nedir, kötü gibi görünen her vaka lehime oluyor. Misal, geçen sene 12 ağustosta bisiklet kazası geçirdim, elmacık kemiğim kırıldı, 9 Eylül Hastanesi Plastik cerrahi kliniğinde ameliyat oldum, üç hafta sıvıyla beslendim, feleğimi şaşırdım, ancak cenabıtotem bana, "Ya kulum, seni eski haline döndüreyim, geçmişe ışınlayayım," dese reddederim, hatta toteme şirk koşarım. Niye? Bir kere kaza yapmasam Sığacık'dan kaçmazdım, lümpenle iç içe yaşardım. Ayrıca kaza bana yaradı. Örneğin eskiden tek tük de olsa saçım dökülüyordu, şimdi yerde, yastıkta, ... tek bir kıl göremiyorum; gerçi kelliği önemsemiyorum, gelecekte damdazlak kalsam da üzülmem; üstelik eskisinden daha güçlüyüm, benç preste doksan kilo (Oradaki spor salonu ameliyatımdan birkaç hafta sonra kapandı, yani cascavlak kalacaktım,) basıyordum, şimdi yüze çıkardım, barfikste tümden sapıttım. Bir de baklavaları dizdim, şeklimi şemailimi değiştirdim, kaslandım, gençleştim. Burada şahane besleniyorum, orduevinde tıkımlanıyorum. Kilo vermeme rağmen eski tişörtler bana dar geliyor, geçenlerde tişörtçüye gittim, XXL beden bana tayt gibi geldi. Tabii markadan markaya değişir, illaki uygun tişört bulunur, fakat eski gömleklerim, tişörtlerim, kazaklarım darlaştı. Bir de zihnimin berraklaştığını hissediyorum, en basitinden İngilizcemi hızla geliştiriyorum. Şimdi size soruyorum. "İyi ki kaza geçirmişim, amı götü dağıtmışım," diye dua etmekte haksız mıyım?

Cumartesi, Haziran 06, 2015

Horgeneral'in Girişinden İki Paragraf (Her Hakkı saklıdır, Hiçbir Yerde Yayımlanamaz)

Tekirdağ’da doğmuşum, ancak İngiltere’de öleceğim ve mumyalanacağım. “Doğduğu yer neyse ne, kâmil insan cızlamı çekeceği krallığı nasıl hülyalaştırabilir?” diye peşin peşin ahkâm kesmeyin. Konuşabiliyorsanız konuşun da ibret alsınlar, konuşamıyorsanız susun da efendi sansınlar. Elbette ölüler koşullayamaz amma velakin ben ölülüğümden bahsetmedim veya mumyayım, demedim. Yüzde bir milyon olasılıkla İngiltere’de defnedileceğim, haddizatında primitif gelenekçilerle bin paunduna bahse girebilirim.


Her gün içtikleri bir paket sigara ücretini yılda bir kitaba veremeyen moronlara özenmez ve gizemli maceralarımı okursanız, samimi ve doğru olaylaştırdığımı göreceksiniz. “Doğruyu konuşmak için iki moralist gerekir: Kabadayıca konuşan ve efendice dinleyen. Ben dobra dobra mesaj versem dahi, bakalım gönüllüce dinleyen idareciyi bulabilecek miyim? “Tarih bir yutturmacadır, nakledilen öküzlüklere kanmayın, kapasiteli vakanüvis istediği gibi hikâyeler, kulaktan dolma kusursuzluklar ile kudurganlıklara maksatlı ket vurur,” diyen hafızalı Marksistleri utandırmak için gerçekleri tarafsız bir şekilde anlatacağıma ve yanlıca incitişler ile kısıtlayıcılıkları iğneleyeceğime Kur’an, İncil, Tevrat, Zebur, lise 2 tarih kitabı, ilkokul 4 matematik kitabı ve komünist manifesto üzerine yemin ederim.

Not: Horgeneral'i yeniden yazdım, eklemeler-çıkarmalar yaptım ve bin misli güzelleştirdim, kült esere dönüştürdüm. İkinci baskısı için bir yayıncı bulabilirsem, daha iyisi yabancı dilde yayımlatabilirsem bayılacaksınız, kendinizden geçeceksiniz.

Gazilerle Niyaziler'den Bir Paragraf (Her Hakkı saklıdır, Hiçbir Yerde Yayımlanamaz)

Yolcu yolunda gerek diyerek kendimizi dolambaçlarla dolu dağlara vurduk. Arazide keklik gibi uçan, geyik gibi seken, lakin vergi beyannamelerini düzenledikleri zamanlar haricinde vatandaş oldukları unutulan genç emekçilerle, bir önceki gecenin fuhuş, eğlence ve bilumum müptelası oldukları keyfiyetin yorgunluğunu Boğaziçi’ndeki yalılarında atmaya çalışan fasarya vatanseverlerin vatanını savunmaya gidiyorduk. Vatanın, egemenlik için savaşırken rençperler ile işçilerin, kaymağını yemeye gelince bankerlerin olduğunu o ana kadar hiç dert edinmemiştim. Şu dağlar var ya şu dağlar! İnsanı zottirikleştiriyor, zıbıdıklığını tasdikletiyor, diyeyim, artık gerisini siz çakın. Babalarının parasıyla özel üniversitelerde yahut vakıf mekteplerinde tahsil yapan mirasyedilerin canları sıkılınca, maksat spor olsun babından dağcılık branşını seçip akrobatik figürler yapmaları başka, kaşlarının üzerindeki bitlerle, iki kilo kuru fasulye yiyenlerden fazla osurarak, tabanları şişene kadar yürümek bambaşkaydı. Tolga ile komiserim, bitlerle pirelerle âdeta arkadaş olmuşlar, akreplerle yılanlardan korunma meselesinde uzmanlaşmışlardı. Uyku tulumlarında yatıyorlar ve çevreye kazdıkları minik siperlere döşedikleri plastik boruların içini gazyağıyla doldurarak akrep tehlikesini bertaraf ediyorlardı. Kumanyalarını tasarruflu kullanabilmek yahut gıda takviyesi yapabilmek uğruna gerektiğinde yılan veya kurbağa yiyen o şahıslarla aynı havayı teneffüs ettiğim için böbürleniyordum. Sportif becerileri itibarıyla sıfırın altında seksen derecelik potansiyele sahip çıtkırıldım dağcılar gibi kebap yaparak değil, her an pusuya düşebileceğimizi yahut mayına basabileceğimizi düşünerek ihtiyatla adımlıyorduk.

Not: Gazilerle Niyaziler'i yeniden yazdım, bin misli güzelleştirdim, ancak ikinci baskısını yapacak yayımcı bulabilir miyim?

Deliminatör'den Alıntı (Her Hakkı Saklıdır, Hiçbir Yerde Yayımlanamaz)

Şabanlığımızı gösteren bir örnek vereyim. Amaçlı çocuklar dershane kapılarında sürünüyorlar; ezelden beri söylüyorum, ya dershaneleri ya okulları kapatsınlar. Benle hemfikir olmayacak ebeveynin alnını karışlarım, üstüne üstlük inek gibi sağılıyorlar. Bakanlar takdire şayan bir çıkış yaptılar, taşkın irini neşterleyeceğiz, dediler amma velakin çıkar odaklarının gazabına uğradılar, Okyanus ötesinden şamarı yediler. Eloğlunun eli armut devşirmiyor, yeşil takkesini silktirdi, euzubillahimineşşaytanirracim, dedi, eteğindeki taşı döktü, ezelden beri bildiği hırsızlıkların, çaldırışların bir kısmını ifşa etti. Açıktan açığa görüldü ki cemaatin sigortası attığında abajur yetmiyor, ampul patlayabiliyor. Tamam, Tayyip ağam soruşturmalardan sonraki safhada çirkefleşti, demokrasinin içine dışkıladı, o dilemmayı karıştırmayın, dershaneciliğin benimsetilişine odaklanın. Diğer particiler yahut milyonlarca seçmen AKP'yi bu kararından ötürü desteklediler mi kösteklediler mi? Yüzde doksan dokuz onda dokuzluk bir kitlenin AKP'nin arkasında olması gerekirdi, sadece dershanelerden nemalanan küçük bir zümre huysuzlanmalıydı ama öyle olmadı. Muhalif partizanlar, goygoycular ve şakşakçılar ilkesizliği ilke edinmişler. Hikâyeli gelişmeler dahi halkın aklıselimlik seviyesini ispatlıyor. Paçanız sıkıyorsa kendinize zekâ ve kişilik testi yaptırın, boyunuzun ölçüsünü alın. Hodri meydan!

Dershaneler ilk etapta seyrekleşecekmiş, bilahare lağvedilecekmiş de falan feşmekân, sen bu masalları külahıma anlat! Niyetin ciddiyse üniversiteye giriş sınavını kaldırırsın, dershaneci de apayrı bir sektörde rızkını arar, mesela baklavacılık, ekmekçilik, börekçilik, pastacılık, şekercilik, dokumacılık, işportacılık, çantacılık, takunyacılık, tespihçilik, şilepçilik, parkecilik yapar.

Fethullah Gülen düne kadar efsaneleştiriliyordu, aklanıyordu, erdem timsali bir sembol diye algılatılıyordu; şimdi tu kaka oldu, ne CIA ajanlığı kaldı ne esrarengiz dikizciliği! Banknot kapıdan girince iman bacadan çıkıyor.

"Fethullah Gülen onu dinletmiş, bunu izletmiş, ortanın sağını böldürtmüş," diyorlar. Hizipçilik lafın dibidir, dedikodular beni bağlamaz, zati büyük olasılıkla beni de takip etmiştir, hatta eline fırsat geçse bir kaşık suda boğabilir. Umurumda değil, neticelenişe bakarım. Kamu namına bekçilik yapıyor, bundan iyisi Şam'da kayısı! Nitekim servisçiliği çevikleştirmiş ve gıllıgışlı varyasyonları ifşa etmiş, helal olsun! Molozluğuma rastlarsa beni de madaralaştırsın, elini şap şap öpmezsem namerdim.

Kim ne derse desin, Fethullah Gülen bizi ayıltabildi; benim fakslarımı da kaydettirsin, okuttursun, ıcığını cıcığını çıkarsın; biseksüellik, orospuluk yapan birini tespit ederse afişe etsin. Cümle âlem yuhalasa bile ben alkışlayacağım. Şu ana kadarki icraatları dolayısıyla kendisine saygı duyuyorum, bahusus Ergenekon ve Balyoz'daki rolünü takdir ediyorum, sığınmacıları dinçleştirebildi. Helal olsun!

Şerefli insan yavşaklaşmaz. Sen gizli gizli şahsiyetsizlik yapacaksın, bir ispiyoncu seni gammazladığında sızlanacaksın. Öyle yağma yok! Gıcıklığından utanıyorsan, uslu duracaksın. Şuracığa yazıyorum. Ta üsteğmenliğimden bu yana takip edildim, umursamıyorum, bir kere olsun kızdıysam şerefsizim, çünkü gizlim, saklım yoktu, olmadı, olmayacak. Beni takip etmek yahut telefonlarımı dinlemek serbesttir, şu safhadan sonra öyle de olması gerekir, çünkü yazarım, ammeye mal olmuş bir portreyim.

Biz öylesine salağız ki popüler zibidilerin dinlenişini destekleyeceğimize köstekliyoruz. Ulan hırt! Sana ne? Ötürüklü bıçkınları dinlesinler, kirli çamaşırları varsa diskalifiye etsinler, senin ambarına giren çıkan var mı?

Hukukçuların bildiği üzere illegal yöntemlerle elde edilen bulgular delil olarak değerlendirilemiyor; yani fezleke olmadan kazıkçının rezidansına girseniz, gizlice dinleseniz, kirli ilişkilerini teybe kaydetseniz, fasa fiso! Pislikleri barizleştirdiler, mamafih bu maddeye isnaden yiyiciliklerin üstü örtüldü; hamam bahşişi mealinden Ergenekoncularla şikeciler aklandı. Mutlak yahut nispi butlan anlamam, barutla oynuyorlar, namuslu insanların vicdanı sızlıyor, bir gün kaos çıkabilir.

Arnavut kökenli bir ailenin çocuğu olan Hakan Şükür, namıdiğer Torinolu Şaban dershanelerin kapatılmasıyla gönüllendi, AKP'den istifa etti ve grup oturumlarına katılmadı. İyi de, kimse ona hangi dershanenin nasıl bir faydasını gördüğünü, tahsil düzeyini filan sormuyor. Bu koç kaç dershanede ders başı etmiş, niçin akademiye girmemiş ve zırcahilliği yeğlemiş?

Askeri darbelerin yolunu kesseniz de fark etmiyor, sivil cenahta da aynı dümeni tezgâhlıyorlar. Yolsuzluk soruşturmasına başlanıldığı günden beri hukuk çiğnendi, çünkü Tayyip ağam dukalık kurmuş, cancağzına yan bakılmasına tahammül edemiyor, hukukçular yerine gugukçuları iş başına getiriyor. Böyle bir ülkede demokratlık taslıyoruz. Yuh!


Kepazelikleri, sapıklıkları tek tek bölümlendirmeyeceğim, cümle âlem biliyor. Beni dürüstlük timsali diye nitelendirecek nice kereste çıkar. Buna rağmen bir savcı ifademi alsaydı, rahmetli babam beni korumazdı, bilakis acımasızlaşabilirdi, “Vay teres! Ateş olmayan yerden duman çıkmaz, herhâlde bir dubara tertipledi ki mahkemelik oldu,” derdi, hatta adliyecinin sırtını sıvazlardı, “Hâkim bey, bu deyyusun çıktığına kaktırayım, bin dereden su getirdim, moruklaştım ama adam edemedim. Bir halt karıştırdıysa gözünün yaşına bakmayın, bahçelikli bir köşkte derakap asıverin,” babından öğütlerdi. Bir bitaraf babanın, bir de yanlı şambabanın sesi aksediyor; atalığın başkalığını sınıflandırabiliyor musunuz? 

Deliminatör'den Bir Paragraf

Trajik bir realiteyi yazayım, suskunluğumu affettireyim. Bir şüpheci yaşanmışlıkları inkâr ettiğimi ya da abartışımı kanıtlayabilirse, sığırlığımı kabul ve ilan edeceğim. Çok yönlülüğümü, ilgi alanlarımın fazlalığını sağır sultan duydu; hemen her hobimde derinleştiğimi de vurgulayayım ki işin vahametini anlayın. Geçmişimi şöyle bir kurcalıyorum da, bu yaşıma dek hiçbir totem kuluyla edebiyat, felsefe, siyaset, din, dil, tarih üzerine iki kelam etmedik, futbol ve cinsellik bahsi dışında derin derin tartışmadık, çünkü müşterek paydamız somutlanmadı. Ne kadar acı bir ruh yalnızlığı! Bir istisnası yoktu, var diyen bahisçi çıksın, babayiğitçe sistemleştirsin, viyadükten atlamazsam namerdim. Ortada bir anormalliğin olduğunun farkındaydım ama hatayı kendimde arıyordum, şekilsiz kütüklere benzemezliğimi kıymetlendiremiyordum, kara talihime lanet okuyordum. Teğmen çıkar çıkmaz filozoflaştım; materyalist, ateist, didaktik, felsefi, tarihi eserleri hallaç pamuğu gibi attım. Vinton Cerf denilen hergelenin ayaklarına kapanayım, interneti icat etti, gönlüm açıldı, önceden ot gibi yaşamışım.

Not: Deliminbatör'deki kelime bitişikliklerinin kimden kaynaklandığını bilemiyorum. Yayıncım tüm elemanları değiştirmişti, yeni dizgicinin acemiliği olabilir, inanın öğrenemedim. Ben yayınevi sahibi olsaydım, kusurlu bir kitabı tüketiciye vermezdim, ikinci baskıya geçerdim, zararı dizgicinin maaşından keserdim.

Pazartesi, Haziran 01, 2015

Mister Orhan Pamuk (Reziliazam'dan alıntıdır, her hakkı saklıdır, izinsiz kopyalanamaz, başka yerde yayımlanamaz)

MİSTER ORHAN PAMUK

Dinamitçi Nobel’in vasiyeti üzerine dağıtılan Nobel Edebiyat ödülü 2006 Ekim ayında Mister Orhan Pamuk’a verilince tüm gözler haşmetmeaplarına çevrildi. “Türkiye’de bir milyon Ermeni ile otuz bin Kürt katledildi,“ der demez Türk Ceza Kanunu’nun 301’nci maddesi mucibince yargılanan, bittabi beraat eden romancının ifade özgürlüğü problemine dikkat çekmek ve demokrasimizi normalleştirmek amacıyla mükâfatlandırıldığını ileri süren epey muhabir var. Ermeni soykırımını inkâr etmenin suç sayıldığı yasa Fransa Parlamentosu’nda onaylanınca, aynı gün jüriden onaylı karar açıklandı. Bu müttefiklik, pırıltılı ödülün siyasi sebeplerle verildiği savını destekliyor, Türkçesi hakkaniyet tezini çürütüyor. Jurnalciliğe soyunan Mister’in hangi enlem ve boylamdaki coğrafyayı kastettiğini bilmiyorum, muhtemelen Kızılderililerin iman tahtasına çöken Birleşik Devletler ile Türkiye’yi karıştırmıştır. Tut ki o katliamlar “Vatanım!” dediği topraklarda vuku bulduysa, bu seçeneği göz ardı edemeyiz. Mister nüfus yoğunluğunun manasını bilir; sıkıysa Amerika’nın keşfinden sonraki altmış yılda kıta nüfusunun seksen milyondan on milyona nasıl indiğini de açıklasın. Depolitize kimliğine karşın perde arkasındaki sembolistlerin talimatıyla ideolojik argümanlara değinen ve parlaklaşan Mister, “Ağzımızı açtık, başımıza gelmeyen kalmadı,” babından mızırdanmasın, su testisi su yolunda kırılırmış.

Yazmaktan ziyade bozmaya yatkın bir kafa yapısı bulunan dubaracı Mister’e evvel ahir geleceğim, ilkten onu körü körüne savunan veya kutsayan masalcılar nezdinde, Baltacı Mehmet Paşa’nın torunlarına yaraşacak biçimde bıyık bırakan ve ulu orta çalım satan Semih Gümüş’e değineyim. Nişantaşılı abimizi idealize eden bu tıntın zat eleştirmen geçiniyor, üslupçuluk taslıyor ve edebi etkinliklerin seçici kurullarındaki demirbaşlar arasında yer alıyor. Kimi dergilerin yönetmenliğini de yapan Bay Gümüş’ün “Yazarın Yalnızlık Burcu” isimli kitabını ağır ağır okumuş, yeteneksizliğini görünce tiksinmiştim. Berbat eserler verme ülküsünde diremesinin nedenlerini psikologlara sormalı, ben çözemedim. Miladi tarihle Mart 2011’de Ankara Bitap Fuarı’na gittim, bitap diyorum, zira öbekleşen stantları gezerken bitkin düştüm, gulguleden kafam şişti. Teşkilatsız bir yayınevine ait reyonda, Bay Semih Gümüş’ün “Eleştirinin Sis Çanı” isimli yapıtı, kelepir kitaplar rafında beş liraya satılıyordu; kabaca içine göz gezdirdim, meraklandırıcı başlıkları ilgimi çekince aldım, almaz olaydım, zira bitirdiğimde kusasım geldi. Dilin kemiği yok; goygoycu abimiz zırvalarla dolu eserinin birçok bölümünde Mister’e kol kanat germiş, ona laf sokuşturan öznelcilere verip veriştirmiş, nesnelleşen edebiyatçıları şovenistlerle aynı kefeye koymuş yahut şovenistlerin dümen suyundan giderek parsayı topladıklarını yazmış. Kendi adıma, iftiracı Mister’in ya da bir başka oyuncakçının eteğindeki taşı dökmesine karşı değilim, her tezi olgunlukla karşılarım. Orantısız dünyamda tabu yoktur, modalaştırılan zırvalar ve incitici nankörlükler karşısında dahi huysuzlaşmam. Ermenileri, Kürtleri, Rumları, Boşnakları, Çerkezleri, Süryanileri, Çingeneleri, milliyetsiz temsilcileri, kısacası azınlıkları topyekûn sever, sayarım, yerel halkla eş değer muameleye maruz kalmalarını arzularım; patrikliği, hahamlığı hoş karşılarım, zati kendim de beyaz zenciyim. Demokratlık söz konusu olduğunda, hesapsızca üfüren Semih Efendi ile hafifleşen Mister’i beşle çarpar, dörde böler, üç çıkarttıktan sonra ikiyle toplarım. Ayakları yere basmayan Bay Semih’e ne övgücülük ne kollayıcılık yakışıyor; ona tavsiyem, dudağına teğet geçen kocaman bıyıklarını kessin yahut tıraşı kessin; malum fazla tıraş cildi bozarmış; bana adresini bildirirse, ilkokul Türkçe kitabı ile Türk Dil Kurumu’nca hazırlanan Türkçe sözlüğün son versiyonunu APS ile postalayabilirim, böylelikle yan cümle, noktalama işareti, özleşmek, simgeleştirmek, yüzeyselleşmek, takdimcilik, kuramcılık, medyacılık türü mevzuları öğrenebilir, söz dağarcığını geliştirebilir. Üniversitelilerin kompozisyonları onun şevksiz biçimde karaladığı denemelerden katbekat iyidir; uyutucu yapıtındaki yapay cümlelerin yarısından fazlası sakattı; dil bilgisi kurallarından bihaber olduğunu ispatlamak adına ilk başlığındaki yapısal bozukluğu ele alayım: “Genç Yazarlar Nasıl Başlıyor?” Bilirsiniz, Türkçede özne yüklem ilişkisi diye bir hadise var. Canlı varlıklarda özne çoğulsa yüklem de çoğul olur, yani “başlıyor” yerine “başlıyorlar” yazılmalıydı. Mister’i koruyan ve edebiyat duayenleri arasında gösterilen bu cahil Efendi, Mevlana’nın, “Kör cehalet çirkefleştirir insanları,/ Suskunluğum asaletimdendir,/ Her lafa verecek bir cevabım var,/ Lakin bir lafa bakarım laf mı diye,/ Bir de söyleyene bakarım adam mı diye,” şeklindeki izahlı beyitlerini anımsatıyor. Neyse, onu ve Mister’in entipüften amigolarını hezeyanlarıyla baş başa bırakayım ve kelek muhabbetlere sarkayım.

Nobel Edebiyat Ödülü’nün kimlere ve nasıl verildiğine dair muhtelif rivayetler var. Vizyonunuzu genişletir mantığıyla birini örnekleyeyim. Zeynep Aliye’nin Attilâ İlhan ile yaptığı söyleşileri kapsayan, 2001 basımlı MAVİ ADAM isimli kitabı fevkalade buldum, tasarımcıları ümitlendiriyor; Attilâ İlhan’ın izahatta bulunduğu kuralcılığı aktaracağım. Bu süssüz yapıtın hazırlayıcısı Zeynep Hanım, “Batı’nın Türkiye’yi, Türk edebiyatını dışlamasıyla, Türk edebiyatını ısrarlı biçimde görmeme, onu ciddiye almama tavırlarıyla ilgili olarak ne diyorsunuz? Örneğin bugüne dek Nobel için Türkiye’den sadece Yaşar Kemal aday gösterildi. Ama sanırım ona da verilmeyeceği baştan belliydi,” şeklinde bir soru yöneltince Attilâ İlhan, “Şimdi verirler, verebilirler. Mesele şudur. Batı, ödülü, kendi ülkesini kirleten yazara verir. Kendi ülkesini yücelten yazara vermez. Bizden, Batı’ya çevrilen yazarlara baktığın zaman, bunu hemen görürsün. Türkiye’nin aleyhine olan kitapları çevirirler, Türkiye’nin lehine olan kitapları çevirmezler. Nobel’de de aynı şeyi yapabilirler. Yani Salman Rüşdi alabilir. Memleketini lekeliyor. Bizde de memleketi aleyhine yazan bir insana verebilirler. Ama bunu böyle kabul etmemiz lazım. Batı kendi ulusallığını, evrensellik olarak empoze eden bir sistemdir,” diyor. Haysiyetli bir müsteşarın iliklerini titretecek şu iri lafları yineletmeyin, saksıyı çalıştırın. Yığınla bilgiyi beynine zerk eden bu deha maalesef 2005 yılında vefat etti, bugün çoğumuzun göremediğini seneler öncesinden duyumsamış ve Batılıların Türkiye’ye bakış açısını özetlemiş. Merhum İlhan, “Kara Kitap” ve yazarı Pamuk için, “Kitabı bitiren olduğunu da pek sanmıyorum. İşin gerçeği bu… Türkiye’de en çok satılan ve hiç okunmayan bir yazar,” diyor.

Jean Paul Sartre 1964 yılında kendisine verilen Nobel armağanını reddetmişti, kırgınlığının gerekçelerini sıralarken, “Ödülün Batı Bloku’na özgü bir armağan olmadığını biliyorum ama bir armağan nasıl kullanılıyorsa odur ve İsveç Akademisi üyelerinin kararlarını aşan olaylar olabilir. Bugünkü durumu itibarıyla Nobel, Batılı yazarlara ya da Doğu’nun başkaldıran yazarlarına özgü bir ödüldür. Sözgelişi bu armağan Güney Amerika’nın en büyük şairlerinden olan Neruda’dan esirgenmiştir. Nobel’i çoktan alması gereken Aragon’un adı hiçbir zaman söz konusu edilmemiştir. Armağanın Şolohov’dan önce Pasternak’a verilmesi de üzücüdür. Nobel armağanını kazanan tek Sovyet eseri, o ülkede yasaklanmış, dışarıda basılmış bir kitap olmamalıydı,” diyordu.

Bana sorarsanız, öngörülü teşkilatı ve her kılığa bürünebilen dalkavukları sayesinde Mister’in kazanamayacağı ödül pek az çıkar. Tüm gayretiyle çarşaf çarşaf yazsın, gözetilme işini muazzam bir dayanışma sergileyen çığırtkanları ve avenesine bıraksın, tedavüldeki banknotlarla klozette kıçlarını temizleyecek denli zengin olan ve debdebe içinde eğleşen ailesi de icabında devreye girebilir. Uluslararası yarışmaların hakem heyetinde yer alan akademisyenler, yazarlar, şairler, tenkitçiler, karikatüristler ve senyörler bu savımı öğrendiklerinde babalanmasınlar, namuslu bilirkişileri tenzih ederim, yalnızca kanaatimi paylaşıyorum. Bezirgân Pamuk’dan yana endişelenmiyorum, zira üç kuruş için beni dava edip de demokratlığına gölge düşürmez.

Snobizm ihtisası yapan zevatın ağırlıkta olduğu çevrelerde bohem hayatı süren Mister kuru kuruya caka satmıyor; zatıalileri mistisizme sevdalı, biyonik bir teşkilatçıdır, sadece roman kategorisinde değil şiirde, fotoromanda, güncede, düz yazıda, biyografide hatta güreş, boks, jimnastik, bilardo benzeri birçok bireysel spor dalında tüm ödülleri toplayabilir. Cılız gösteren cüssesine, kırlaşan saçlarına, fiske vurunca çökecek gibi duran elmacık kemiklerine kanmayın, beyefendi külkedisine benzese de aslında dipdiridir, gücünün tükenmezliği noterce tasdiklenmiştir, serçe parmağıyla barfiks çekebilir, leçelik arazide bir tabur düşmanı oklayabilir, dev gibi olan müsabıkları yerden yere vurabilir, sopalı hasmını kuvvetli bir tokatla iki beden inceltebilir. Kolektif branşlarda bile, söz gelimi briçte de ortalığı kasıp kavurabilir ama beşli majör sisteminde doğru karşılıklar verebilecek cıva gibi bir partnere ihtiyacı var, şimdiye değin denediği oyuncular kof çıktılar; eğer o tipte bir hacıyatmaz bulabilirse, partileri grand şilem kontratlarıyla bağlar, zondayken “Kontur!” çekecek kekolara “Sür kontur!” der ve destanlar yazabilir. Onda bu cevher var, işlenmesi Türk milletine kalıyor. Bir kereye mahsus sinema senaryosuna da el atmış, 1991 yılında düzenlenen Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde “en iyi senaryo” ödülünü kazanmıştı. Filmin galasını izlerken kim bilir nasıl kurumlanmıştır ama bu narsistliği salonun loşluğunda perdelenmiştir. Allah muhafaza, okunaklı bir senaryoyu daha sinemalaştırsaydı, başarılı bir rolcülük, kostümcülük, makinistlik, dublaj, efekt, poster ve üç boyutlu filmle birlikte herhâlde Oscar’ı alır, poşete koyduktan sonra Nişantaşı muhallebicisi dingildek Seyfettin’e getirirdi. Açgözlü Mister güfteciliğe de özendi ve İbrahim Tatlıses’e şarkı sözü yazmak istedi, fakat Urfalı İbo’nun mühimsemezliği yüzünden hevesi kursağında kaldı. Nurlu abimizin kıymetini bilmiyoruz, her şeyde açık arayla birincidir, arşıâlâda yaşamaya layıktır, hormonlarıyla ne kadar kibirlense azdır. Söz misali, rastıklı markizlerle Frenk kırlarında senelerce oynaşmasına karşın frengi kapmadı, çünkü olağanüstü bünyesi var. İdmansızlığına, hantallığına, haylazlığına, yedekte kalmasına bakmayın, vaktizamanında futbolda da müthişti; çivili krampon yerine şakırtılı kundurayla oynamasına rağmen milimetrik paslar veriyor, ta santra yuvarlağından falsolu şutlar çekiyordu; meşin topa öylesine kavis verdiriyordu ki kullandığı kornerlerde top helezonlar çiziyordu amma velakin camları şangır şungur kırıyor, golleri kendi kalesine atıyordu. Olsun, faullü oynamak ve kademeli defans yapmak nispeten kolaydır, lakin golcülük önemli bir meziyettir, her babayiğit fileleri havalandıramaz. Minnacık toprak zeminlerde değil de hangar gibi olan çim sahalarda uzunlamasına koştursaydı belki iş değişebilirdi, ne yazık ki ilahi mukadderat böyleymiş. Mor eldivenlerini giyip de kalecilik yaptığında ise kurtarışlarıyla yıldızlaşıyor, klas topçuların bayıltıcı frikiklerini aratmayan korkunçlukta degajlar yapıyordu; direkt degajlardan doksan iki gol atmış. Fitbol pirefesörlerinin, tüyofesörlerin ve dahi Hamsi Kerim’in yalancısıyım, slalomlarda göz kamaştıran bir kayakçıymış, Japonlara judo öğretmiş, şişik zeplinle Afrika’yı turlamış, Atlas Okyanusu’na tüpsüz dalmış, kumsala vuran balinaları zıpkınlamış. Deneyimli bir yazar diye parlak mazisini göz ardı etmeyelim, henüz kitabı neşrolunmamışken “en iyi roman” ödülünü kimselere kaptırmamıştı. Hoş, cikcik yazar farz edildiği bir döneme denk geldiğinden, o muhteşem eserini ancak üç buçuk yıl sonra yayımlatabildi ama işin o yanını kurcalamayalım.

Lafa kırk takla attıran ve dünyaya fil dişi kuleden bakan beyefendinin tanıtıcılık ile lobi çalışmalarındaki kusursuzluğuna bir örnek vereyim. Parasal gücünün boyutuna demediğime dikkatinizi çekerim, çünkü baştan savma konuşan örgütçülere benzemem. Öte yandan değirmenin suyunun nereden geldiğini derinleştirmek ve nicel deliller aramak bana düşmez. Mister’in İletişim Yayınları’na transfer olduktan sonra neşredilen ilk kitabı Yeni Hayat, 1994 senesinde matbaadan çıkmış, daha mürekkebi kurumamıştı. Kesesi şişkin yazarlarda bile ilkin dergilerde, gazetelerin kitap eklerinde, edebiyat bültenlerinde filan birkaç eleştiri yazısı çıkar, ardından çekim için kameramanların karşısına geçilir, âdet böyledir, lakin beyzade Pamuk hemen her televizyon kanalında, yel yeperek yelken kürek yaldızlatılmıştı; hırsımdan televizyonun altındaki ceviz sehpayı yumrukladığımı ve öteberiyi sağa sola savurduğumu dün gibi hatırlıyorum. Onunla paldır küldür söyleşen giyimli kuşamlı spikerlerin, Mister’in ritimsiz kitabını yarılamadıkları her hâllerinden belliydi, robotluk yapıyorlardı; işin gerçeği, o dırdırcı röportajcılara para bile versek, Yeni Hayat’ın otuzuncu sayfasına gelemezler. Şairane bir tarzda ifade edeyim: Hipnotizmacı Mister ister, çark işler.

Bir zamanlar proleteryanın sözcülüğüne de soyunan Mister’i bal yapmayan arıya benzetiyorum, ancak kefere üniversitelerindeki münafık talebelere edebiyat dersleri veriyor, kökteş sözcüğü, noktalı virgülü, kurallı cümleyi, dendeni öğretiyor; kıdemsiz hocamızın istihkakında gözüm yok, safdillik edip de edebi formasyonunu uzun uzun tartışacağıma son kitabı “Saf ve Düşünceli Romancı”nın otuz birinci sayfasındaki özentisiz cümlesini aynen alıntılayayım de romancılık potansiyelini görün: “Okuduğumuz şeyin ne tam bir hayal ürünü ne de tam bir gerçek olmaması, okurun da yazarın da bildiği, anlaştığı bir şeydir; ama kelime kelime cümle cümle roman okunurken bu durum bir şüpheye, meraka ve bir çeşit güce dönüşür.” Ne… ne’li cümlelerde yüklemin olumlu olması gerektiğini ilkokul bebesi dahi bilir, mamafih dev romancı bu kaideyi ihlal etmiş.

Hasbelkader yaratıcı yazarlık yerine öldürücü yazarlık diye bir zanaatkârlık olsaydı, nesir celladı Mister Pamuk bileğinin gücüyle bilumum mükâfatları silip süpürürdü. Şişli evladının şematik resimler ve laf salatalarıyla dolu banal karalamalarını, yani kitap diye yutturulan eserlerini iyice inceleyin, Beyaz Kale ve Benim Adım Kırmızı haricindeki yapıtları romandan ziyade otobiyografik deneme türüne giriyor. Köşklü maslahatgüzarın öz yaşam öyküsü olsaydı neyse ne, ille velakin bir burjuva mahdumunun monoton yaşantısı kimsenin ilgisini çekmediğinden, ucube yapıtlarından yirmi sayfa okuyan dırıltıcılar narkoz almışçasına derin uykuya dalıyorlar. Anjiyo olmayı müteakip damarlarına stent yapılan şahıslara, gamsız yaşamaları için ilaç yerine muhterem abimizin ağdalı tümcelerle dolu kitaplarını versinler, farmakolojik etkisi dâhiliyecilerin reçetelerindeki gerilim önleyici haplarla birebirdir, hasarlı dokuları aspirinden iyi onarır, keza ucuzcu gastroentereloglar da endoskopi öncesinde kullanabilirler. Orhan Bey’in yapmacıklı eserlerini okuyan kitapseverler hapı yutuyorlar, koroner yetmezliği çeken bir sigortacı neden bu nimetten mahrum kalsın ve kalp sektesi geçirsin? Fırsatçı Mister de hazmı güç nesirleri piyasaya sürdüğünün ve okurları meditasyona soktuğunun farkında ki, “Elli yıl sonra beni kimsenin okumayacağına eminim,” diyor. Yüzü ak bir yazar hokkabazlık peşinde koşmaz, bilmem kaç bin yıl sonraya nişan alır ve “Doğmak marifet mi? Marifet asırlarca ölmemek!” felsefesini düstur edinir. Nasılsa tarihçiler Mister’in yapıtlarının satış rakamlarını bir diyagram üzerinde gösterecekler, fakat ben o günlerde cehennemde kömürleştirileceğimden dolayı bu safahatı göremeyeceğim.

Müzeler, antik eserler, arkeolojik kalıntılar, belgeler, bulgular, buluntular, ansiklopedik doneler, destanlar, seyahatnameler, animasyonlar, ananeler ve anılarla bezenen tarihi romanlarını düpedüz aşırdığını anlayabilmek için üstün zekâ gerekmiyor; sentez bile yapmaya üşendiğinden doğrudan montaja giriştiği, bir bakıma copy paste yaptığı açıkça görülüyor. Farkındaysanız, bibliyografyaları alt üst eden yazarı hırsızlıkla suçlamıyorum, zira bu devirde çalıp çırpmak değil de hırsızlayan şahıslara hırsız demek suç oldu. Öldürücü yazarlığın kıvılcımlarının çaktığı diğer eserlerinde ise lümpen proleterlerin kanını sülük gibi emen dandik aileleri ele alıyor. Hani aristokrat geçinen alık kodamanlarla cibilliyetsiz ağalarda cidden yetenek olsaydı gam yemez, tahammül edebilirdim ama mal varlıklarının kökeni araştırıldığında gerçek yüzleri ortaya çıkıyor. Teşbihimi mazur görsün ve yekten bozuk çalmasın, kendisini çoğunlukla spastiklere benzetiyorlar ama bence bunalımdaki bir şizofreni çağrıştırıyor. Orhan Pamuk’un Türkçeyi kullanma yeteneğini öven şabloncular bana gelsinler, herhangi bir kitabının alelade bir sayfasındaki paragrafı açalım, beylik cümlelerinin daha anlamlı bir şekle bürüneceği alternatif sözcükleri ve hatalı ögeleri bilfiil göstermezsem, bu gezegenin en şerefsiz insanı olduğumu kabul ve ilan ederim. Dilim sürçmedi, ne dediğimin farkındayım, bu denli iddialıyım. Boş atıp dolu tutmak için mi söylüyorum, yoksa bildiğim şeyler mi var, münasip bir yerde test edelim, hodri meydan! Mister’in hakkını yemeyeyim, özel isimlerin ilk harfinin büyük, cins isimlerin ise küçük harfle yazılacağını ve dahi cümle sonuna nokta konulacağını iyi biliyor, aferin! “Büyük lokma ye büyük konuşma,” demişler. İnsan beşer, kuldur şaşar. Yanlış anlaşılmasın, asla gaf yapmam demiyorum, gramerimin mükemmel olduğunu yahut sıfır hatayla yazdığımı savunmuyorum. Totemler muhafaza, bende öyle bir kanaat hasıl olsaydı, varoluşumun anlamı kalmayacağından derakap intihar ederdim. Yalnızca şişlenesi Şişli evladının yeteneksizliğini ve Türkçenin kafasını gözünü yardığını beyan ediyorum, hepsi bu!

Ahmet Taner Kışlalı’nın teferruatlı bir şekilde Mister Pamuk’u kınadığını, yerden yere vurduğunu biliyoruz. Komplekssiz Kışlalı defalarca denemesine rağmen Mister’in hiçbir kitabının otuzuncu sayfasına varamadığından yakınmış, nevi şahsına münhasır Pamuk’un yapıtlarından alıntılar yaparak gerçekte Atatürk düşmanı olduğunu ispatlamaya çabalamıştı. Hakeza Yalçın Küçük, Mister’in yedi sülalesini çözümlemeye çalıştığı “Şebeke” isimli eserinde ciddi ithamlarda bulunmuştu. Attilâ İlhan’ın balyozdan ağır laflarını da unutmayalım. Gezgin ve de bireycilerden bezgin bir şövalye diyebileceğim Attilâ İlhan, bilgi ve görgüyü edebiyatçı için olmazsa olmaz iki kriter diye belirlemiş, salt bilgiyle işin götürülemeyeceğine dikkat çekmişti ki yerden göğe kadar haklıdır. Tahsin Yücel’in “Yazın, Gene Yazın” isimli kitabındaki şu yalın saptamayı sizle paylaşayım da, masa başında çalakalem yazan dev romancımızın (?) çapı hakkında fikir sahibi olun. Tahsin Yücel, “Örneğin, belki de en belirgin özelliği olmayacak dil yanlışları yapmak olan ünlü romancımız Orhan Pamuk,” demiş ve bir tümcesindeki “ağacın köküne kendini siper eden Alâaddin” ifadesini tiye almış, haksız mı? Medarıiftiharımız Pamuk’un ne demek istediğini anladıysam Arap olayım. Fethi Naci’nin “Roman ve Yaşam, Eleştiri Günlüğü 3” isimli kitabındaki “Söz, Dil Yanlışlarından Açılmışken…” başlıklı makalesinin giriş kısmını harfi harfine alıntılıyorum: “Dil yanlışlarından söz açınca -Tahsin Yücel’in yazısından sonra- Orhan Pamuk’u anımsamamak olanaksız. Kara Kitap’ı bu yaz Bodrum’da okudum. Ben de dil yanlışları, bozuk anlatımlar buldum; ancak bunların içinde öyle bir cümle var ki Orhan Pamuk nasıl yazabildi bu cümleyi… anlamak, açıklamak olanaksız… Bir Türk yazarının böyle bir cümle yazabilmesi karşısında… hani ‘Hayret bir şey!’ diye bir söz uydurdular ya, işte ancak o geliyor aklıma. Kitabın 112.sayfasının ikinci paragrafı şu unutulmaz cümle ile başlıyor: Yeni bir paragrafın başında bir an durdu bir süre.”

Görüldüğü üzere Mister Pamuk’u itin götüne sokup çıkaran eleştirmenlerin yüz kızartıcı iddiaları yenir yutulur cinsten değil ve bana söyleyecek pek şey bırakmamışlar. Hamamda çıplak natır görmüşçesine baygın bakan Mister’in mitolojik eserlere düşkünlüğünü bildiğimden iki kelam edeyim. Eskiye rağbet olsaydı bitpazarına nur yağardı. Haldun Çubukçu, Nedim Gürsel, İhsan Oktay Anar, Orhan Pamuk, Gürsel Korat ve Zülfü Livaneli kusuruma bakmasınlar; bence tarihi roman yazmak saçmalıktır; yaratıcılıktan yana nasipsiz kalan edipler bu şemsiyeye sığınıyorlar. Bugünü yansıtan roman, birkaç asır sonra yaşayacak kopillerin gözüyle tarihi romandır. Pekâlâ, o kuşaklar, arşivlerden elde edilen belgelere dayanılarak yazılan ve kronolojiye uygun biçimde düzenlenen safsatalara, yani bugün bizim tarihi roman dediğimiz parça pürçük eserlere ne diyecekler? Gel zaman git zaman, büyük olasılıkla, dilden dile anlatılan egzotik masallarla aynı kefeye koyarlar ya da fabl muamelesi çekerler. Tarih ve mitoloji ancak düz yazılarla ele alınabilir, ona eyvallah! Ötesi fasa fisodur. Diğer yandan tarihi roman tartışmaya yol açar. Mesela Nedim Gürsel’in “Boğazkesen” isimli yapıtını ele alayım. Gemileri karada yüzdüren padişah diye namlanan Fatih Sultan Mehmet, “Bir sürü insanı kazığa oturtan, kardeşlerini katleden, kölelerini işkenceyle öldürten, yaptığı caminin kubbesi Ayasofya kadar görkemli olmadı diye mimar Yusuf Sinan’ın ellerini kestiren ve oğlancı bir hünkâr olarak” tanıtılıyor. Demem o ki tarihe mal olmuş şahsiyetleri karalamak da övmek de kolaylaşıyor; uç uçabildiğince, sıkışırsan kurmaca bahanesine sarılabiliyorsun. Kemal Tahir de kafasına göre takılmış, Devlet Ana diye bir roman yazmış, fakat tarihsel manada ciddi yanlışlıklar yapmış; örneğin on üçüncü yüzyılda henüz bilinmeyen gözlük, dürbün ve kâğıt paradan bahsetmiş. Bereket Tahsin Yücel diye bir şahıs var da Tahir’in kırdığı potlar tespit edilebildi. Tahsin Yücel, “Devlet Ana Nasıl Okunur?” başlıklı yazısında bu uçuklukları bir bir sıralamış.

Hazırcı abimiz veletlik çağlarında cici bici elbiseler giyiyor, bonbon şekeri yalamaktan hazzediyordu, aslını neslini sorgulamak, ciciannesinin koynuna giren büyük babasını hedef almak edebiyatla bağdaşmaz; o çetrefilli işi dedektiflere havale ediyorum, lakin dedesinden intikal eden mirastan başka dişe dokunur bir şeyi yok ki var desem. Avantacı Mister, büyük babasının mangırlarını kesesine yerleştirdiği için edebiyat jargonuyla eleştiricilere, bana göre amigolara rahatça diş geçirebiliyor, risalelerle efsunlanan cahil cühela tayfasına yazar diye yutturuluyor.

Lafı yuvarlamadan, dansöz gibi kıvırmadan deklare edeyim: Enformasyon faaliyetlerini görmezden gelmiyorum ama Mister Pamuk’un yurt dışında ödüller almasının asıl sebebi politik çıkışlarıdır, siyasi feveranlarıyla ilgi odağı oldu. Antrparantez, kefere dediğiniz cemaat zemzem suyuyla yunmuyor, maddi veya manevi faktörlerin devreye girmesiyle ya da birtakım cemiyetlerin direktifleri doğrultusunda yanlı kararlar verebiliyorlar. Misal, 1953 yılında Nobel Edebiyat Ödülü İngiliz devlet adamı Sir Winston Churchill’e verilmişti, buyurun buradan yakın. Bu civanmert politikacı akşamleyin güneş batarken viski içmeye meraklıydı ama üzerinde güneş batmayan imparatorluğun tenlerine kurşun batabilen askerlerine, “Gelibolu yarımadası bombardıman edilip alınacaktır, hedefimiz Constantinopolis’tir,” buyruğunu vermiş ve yüz binden fazla Türk’ün Hakkın rahmetine kavuştuğu meydan muharebelerini başlatmıştı. Teamüller gereğince kendisine Nobel Barış Ödülü yakışırdı; o yıllarda yaşasaydım, notlandırırken gaflete düşen jüri üyelerini uyarırdım.

Esasen Nobel Edebiyat Ödülü’nü abartıyor, tabiri caizse bir bardak suda fırtına koparıyoruz. Bilim şüphecilikle mayalanır. Entel dantel kesimini biraz yoklasak, Mister’i puanlandıran jüride kimlerin bulunduğunu ve edebi vasfı yüksek denebilecek hangi eserleri ürettiklerini sorsak, sualimiz yanıtsız kalır. Adı jüri ama adamlar nakliyeci mi, oduncu mu, lavantacı mı, peşkirci mi, hafriyatçı mı, tostçu mu, pastırmacı mı, şerbetçi mi, leblebici mi, kestaneci mi, çikolatacı mı, yoğurtçu mu, ciğerci mi, soğancı mı, macuncu mu, akaryakıtçı mı, pansiyoncu mu, mezatçı mı, havlucu mu, tohumcu mu, lehimci mi, seramikçi mi, döşemeci mi, nakışçı mı, bostancı mı, jeolog mu bilmiyoruz. Sizce, yetmiş beş milyonluk Türkiye’de, Mister Pamuk’a değer biçen akademisyenleri merak edip araştıran, bilahare yapıtlarını okuyan yetmiş beş sağlamcı çıkar mı? Endişeli yapıma rağmen ben bile bu pratikliği savsakladım. Ünlü düşünürlerin nişanlar ile ödüller aleyhine söylediği enikonu ilginç şeyler okudum; kimisi, “Şerefli insan kendisine verilen nişanı kabul etmez,” derken, kimisi de, “Adam olana zaten ödül verilmez,” iddiasındaydı.

Zampara Gündüz’den olma ve cilveli Şekure’den doğma Orhan Pamuk’un dedesi fabrikatördü; seyahat etmeye düşkün olan ve sık sık valizini kapıp sırra kadem basan babası Petkim genel müdürlüğü de yapmış, har vurup harman savuran, ihtiyatsız bir bürokrattı. Nişantaşı muhitindeki ferah köşkte, baba yadigârı servetin dibine darı eken Mister Pamuk, ömrünce cefa çekmemiş, doğru dürüst ter akıtmamış bir komprador burjuva kızanıdır. Tembel dostumuz ıkınıp sıkınmaktan hoşlanmaz, bir eli yağda bir eli balda beslenmeye alışkındır, nitekim az buçuk zorlanınca T cetvelini kırmış, mimarlık eğitimini yarıda bırakıp Gazetecilik Yüksekokulu’na girmiş; memleketin kaymağını yiyen özel kesim efradına da bu nedensellik yakışırdı.

Türklere sarf ettiği demir gibi laflarla uyuşmayan bir soyadı bulunan ve dillere düşen bu şahsiyet hakkında değişik platformlarda, apayrı görüşler ileri sürülüyor. Vikipedi ansiklopedisindeki aydınlatıcı kritikleri aynen kopyalıyorum: “Bir kısım edebiyatçı Orhan Pamuk'un eserlerindeki bazı bölümlerin diğer yazarlara ait başka eserlerden fazlasıyla esinlendiğini savunmakta, özellikle bazı romanlarındaki belli kısımların diğer kitaplardan neredeyse tamamen alıntı olduğunu öne sürmektedir. Hürriyet Gazetesi yazarı Murat Bardakçı 26 Mayıs 2002 tarihinde belgeleri ile yazarı sahtecilik ve intihal ile suçlamıştır. Murat Bardakçı'ya göre Orhan Pamuk'un Benim Adım Kırmızı romanı, hikâyesi ve anlatım şekli ile Amerikalı yazar Norman Mailer'in Ancient Evenings adlı romanının bir kopyasıdır. Ayrıca suçlamalara göre Orhan Pamuk'un Beyaz Kale adlı romanı Fuad Carım'ın Kanuni Devrinde İstanbul isimli eserinden birebir pasajlar içermektedir. Orhan Pamuk günümüze dek bu konuyla ilgili herhangi bir açıklamada bulunmamıştır.”

Minareyi çalan kılıfını hazırlarmış, ne ki kopyacı Mister’in mukayeseli bir planı yokmuş yahut hazırlıksız yakalanmış deyip geçeyim ve cırtlak armudu keyifle dişleyeyim.

Orhan Pamuk Bey’in kahır mektuplarını andıran ve güç bela okunabilen mevzusuz romanları arasında sıkılmadan sonuna değin gidebileceğimiz tek eserin “Benim Adım Kırmızı” olduğunu zannediyorum ki bu yapıt Haziran 2003 tarihinde, 25 000 eurosu çevirmene verilen 100 000 euroluk Dublin Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü. Mr. Pamuk’un dünyevi inancı hakkında önemli ipuçları veren, hatta projektör misali kişiliğini yansıtan o romanda 1591 yılının İstanbul’u dekor seçilmiş. Kahramanlara annesi Şekure, ağabeyi Şevket ve kendi adını vermekle, evcek o yıllara ışınlanabilmesi mümkün olsaydı, hangi şartlarda ve nasıl yaşayabileceğini hayalinde canlandırmış, fakat hovardalaşan babacığını pas geçmiş. Gündüz Pamuk yaşasaydı, belki fena kızacak ve hayırsız Mister’i evlatlıktan reddecekti. Harbi olayım, bazen izlekten uzaklaşılsa da sonuçta alegorik kapasitesini aşan bir performans sergilemiş ve estetik yanı itibarıyla da tatminkâr bir eser yaratmış. Ne var ki Nobelli Mister halktan kopuk birisi olduğu için saraya yakın duran levanten portreleri seçmiş ve sıradan vatandaşı yok saymış.

Benim Adım Kırmızı, taş yürekli nakkaşlar arasında yaşanan lüzumsuzlukları işlerken, gericilikle fanatizmi eleştirme kisvesi altında, endirekt ifadelerle İslam dininin ilkelliğini vurguluyor; Kehf suresinde belirtildiği üzere yedi uyurların 309 yıl süren uykusuna ve Hazreti Muhammed’in Burak atıyla göğün yedinci katına yükselerek Miraç’ı gerçekleştirmesine değinmesindeki gayesi budur. İslamiyet’in Bilişim Çağı’nın gerisinde kaldığını öne süren varoluşçular da özdeş örnekleri veriyorlar. Bunun yanında, baldudaklı bohçacı Ester nezdinde, Yahudi kankalarının hoşlanacağı etmenlerden dem vuruyor. Führer bir yandan nasyonel sosyalizm öğretisini ülküleştiririrken diğer yandan Alman uyruklu Musevileri canlı canlı fırınlara doldurmuş, yalvarışlara aldırmamış ve hunharca sabuna dönüştürmüştü; o kırımdan kurtulabilen gelişkin adamlarla işveli madamların döllerinden yeni bir nesil türedi ve yurtsuzluk sorununu çözmek için İsrail denilen mıntıkada mevzilendi. Geçmişte dedeleri fırınlarda kızartılan İsrailliler, şimdileyin mazlum Filistinlileri Batı Şeria ve Gazze havzasında mütemadiyen kurşunluyorlar; bu kriminolojik öldürüşleri bilmesem kek gibi kanar, Yahudilerin itilaf yanlısı olduklarına inanırdım. Maskeli edebiyatçımız erkekçe tavır koymaktan ürküyorsa, farklı ve inandırıcı fiştekleme yöntemlerine başvurmasını öneririm, tereciye tere satmasın. İngiliz elçisinin eşi Lady Montagu’nun 1717 ile 1718 yılları arasında zarfladığı mektuplardan derlenen DOĞU MEKTUPLARI isimli kitaptan aynen alıntılayacağım. Rahip Contu’ya seslenen Mis Montagu nezdinde İngilizlerin Yahudilere bakış açısını öğrenelim: “Zengin tüccarların çoğunun Yahudi oluşu dikkatimi çekti. Bu ulusun, bu ülkede inanılmaz bir gücü var. Doğuştan Türk olanlar üzerinde bile sayısız ayrıcalıkları var ve burada, kendi yasalarıyla yönetilen çok önemli bir toplum oluşturmuşlar. İmparatorluğun tüm ticareti, kısmen onları bir araya getiren sıkı bir dayanışma ve kısmen de isteksiz ve hünerli olmayan Türklere üstün gelmeleri nedeniyle onların ellerinde bulunmaktadır. Her paşanın işlerini yürüten bir Yahudisi bulunmaktadır. Bu adam paşanın tüm sırlarını bilmekte, tüm işleriyle uğraşmaktadır. Onların elinden geçmeyen pazarlık, rüşvet ve ticaret yoktur. Önemli kişilerin hekimi, kâhyası, çevirmenidirler. Her zaman her şeyden yararlanmasını bilen bir halkın bunlardan ne çıkarlar sağlayabileceğini düşünebilirsiniz. Yahudilerin dalaverelerini bilen İngiliz, Fransız ve İtalyan tüccarlar bile onların aracılığından geçmek zorundadırlar. Hiçbir alışveriş onlarsız yapılmamaktadır. İçlerinden en gösterişsizi de aşağılanmayacak kadar önemlidir, zira tüm kolluk güçleri onların çıkarlarını öylesine bir enerjiyle savunmaktadırlar ki sanki üyelerinden birisi söz konusudur. Çoğu son derece zengindir, fakat evlerinde aşırı bir lüks ve görkem içinde yaşamalarına karşın bunu pek göstermemektedirler.” Bir de Baron de Tott’un “Türkler” isimli yapıtına kulak verelim. Mösyö Tott Osmanlı tebaasındaki Yahudilerden sitem etmiş ve “Yahudiler daima ticaret ile meşgul olarak, daima kazanç hırsı ile hareket ederek, lambaların yapım ve satımı ile uğraşmışlar, ondan sonra büyüklerin kapılarında şaklabanlık yaparak para toplamışlardı,” yazmış.

Edep yahu! Edepsiz edebiyatın başyapıtı diyebileceğim bu romanda “sikiş“, “yarak” ve “taşak“ kelimeleri sıkça geçiyor, kritik amacıyla olsa bile yazarken yüzüm kızarıyor. Ortaokul ve lisedeyken ben de muzır şiirler karalıyordum, fakat “Kobrayı saldım çayıra, Mevla’m kayıra,” misali masumane sözcükler kullanıyordum. Gerici zihniyet almış başını yürümüş, ulu hakan lalettayin peyzaj yapmayı dahi yasaklamış, lakin tekkeler, kıraathaneler gibi çeşitli mekânlarda oğlancılığa müsamaha gösterilmektedir. Romanı okuyan bir misyoner, o devirde pala bıyıklı sadrazamların, şehreminilerin, lalaların, yeniçerilerin, hassa askerlerinin, sipahilerin ve harem kâhyalarının cazibeli kancıklardan fazla cömert oğlanları ayarttıklarını ve çoğu yeni yetmenin ilk deneyiminin çarpık ilişkiyle başladığını sanabilir. Lüpçü abimiz, bir de çarıklarıyla köy meydanında piyasa yapan genç köylülerin, ergen olduklarında ilk kız arkadaş diye tesettürlü yavrular yerine çoklukla karakaçanları, daha açık bir ifadeyle karakaçamayanları tercih ettiklerini yazsaydı, düşeş atacak, Ermeni diasporasına iyi yaranacaktı, lakin bu yıpratıcı nükteyi unutmuş yahut işin cılkını çıkarmayayım demiş. Bir ihtimal, yayık yayan veya pamuk eğiren yavukluların iffetini düşünmüştür. Maazallah Müslümanların çoğunlukta bulunduğu bir ülkede yaşamasam, şeriatçı efendibabam ile beş vakit namazını kaçırmayan ilahiyatçıların ciğerlerini bilmesem, enseyi karartır, İslam âleminin ibne kaynadığını, yaygınlaşan şorololuk dolayısıyla kulamparaların çoğaldığını, azgın leventlerin kadırgalarla nonoş avına çıktıklarını tasavvur ederdim. Hey Mister! Oyalı yaşmak giyen ve köçeklik eden oğlanlar bu denli çok muydu, yoksa saflığımıza güvenip de çaktırmadan sallıyor musun? Kocasızlıktan gına gelmiş olmalı ki sevişken Şekure muasır babasıyla aşk üzerine özgürce tartışabiliyor; o yıllar şöyle dursun, günümüzün modern toplumunda bile bu çapta limitsizlik görülmüyor. Salt bu müzakerecilik dahi romanın gerçekçi olmadığını, Osmanlı örfünün çarpıtıldığını gösteriyor. Oldu olacak, bir de ensest türünden kaçıklık kurgulasa ve fingirdek Şekure’yi okşatsaydı, kendisini Nobel Ödülü’ne layık gören azaların iyicene belini getirebilirdi. Görgü fukarası Elif Şafak, bu türden bir senaryoyu “Baba ve Piç” romanında, ensesi kalın bir Ermeni ailesinin eti budu yerinde olan bireyleri üzerinde uyguladı; gayri nerede Ermeni görsem kendi kendime, “Acaba sapık mı?” diyorum. Şekure zillisinin, Hollywood’un riayetsiz yıldızlarına taş çıkartırcasına, leblebi yer kolaylığıyla oral seks yapabilmesi de tuhaf kaçıyor, sıkılganlık mefhumu Hak getire! Şekure gibisinden saksafona meftun olan bir haspa tavlayabilirsem gözüm açık gitmez. Ne mene kredisizlikse, çok karılı hacılarla hocalar dâhil bilumum efrat kıllı bir meblağ karşısında eğiliyor, demirlenmiş kapı kilitleri şahitsiz rüşvet verildiğinde şırakkadak açılabiliyor. Yere bakan yürek yakan Mister yazmamış, ben ekleyeyim. Osmanlı sultanlığında teokratik düzen vardı, perşembeleri yarım gün, cumaları ise tüm gün tatil uygulanıyordu. Osmanlı toplumu genelinden kat kat farklı insanları karakterize eden, yani basbayağı desise, yalan, esassız iftira ve yapmacık davranışlarla bezenen yapıtta resim yapmanın günah olduğunu savunan dinozorlarla da maytap geçiliyor. Bu nispetsiz roman acayip projelendirilmiş, bir tek masonlarla fasonlara atfedilmesi eksik kalmış; İslam dinine gönül veren müminlerin fikirleriyle zikirleri zikzak yapıyor, küsursuz para mahrumlukların üstesinden geliyor, ne hikmetse, Müslüman tebaadan makbul bir âdemoğluna rastlanmıyor. Yahudi Ester şapşal (?!) Müslümanlardan, ille de fistan giyen hatunlardan daha modern değer yargılarına sahiptir, elinin hamuruyla erkek işlerine bulaşıyor ve dirayetiyle bir dolu şeyin üstesinden geliyor. Pamuk’un yularının başkasının elinde olduğundan şüphe duymuyorum; yenilikçi müezzinleri tepindiren kitabını bitirdiğinizde dini bütün Müslümanların birer eş cinsel olduklarını zannediyor, Kâbe ile eklentilerini tavaf eden yeşil urbalı dindaşlarımızın gerçekte maddiyata tapındıklarına inanıyorsunuz. Adım gibi biliyorum, kazın ayağı öyle değildir, hürmetsizce yazılan paragrafların çoğu dolmadır ve o kıvılcımlı eser fabrikasyon bir üründür. Hey Mister, şirin gözükmek istediğin kâfirlere diplomatça yaklaşmanı anlıyorum da, bize de mi lolo? Entrikacılığın ve üçkâğıda bağlamanın bir adabı var, esrar dolu lafların ardına saklanmak ürünlü edebiyatçılara yakışmaz. Olaya ülkülerine bağlı, yurtsever vatandaşın duygusallığıyla bakıyorum; eğer Mason locasına kayıtlı biraderlerden biriysen ya da züğürt âdembabalara kastın varsa doğru yoldasın, ısmarlanmış yapıtlarına devam et, yakında dereceni yükseltirler.

Fitne kumkuması yazar, Doğu tarihi ile sanat tarihini harmanladığını ukalalık kertesinde ifşa ediyor, hâlbuki didaktizme karşı olduğunu sanıyordum; meğerse meyilsizliği bilgi yoksunluğundan kaynaklanıyormuş, çünkü bildiği her kırıntıyı kusuyor.

Saraylı nakkaşlar, tam yetkiyle çalışan Enişte’nin başkanlığında kümeleniyorlar; Hz. Muhammed’in vekili olarak cemaatimüslimin imamlığını ve din koruyuculuğunu yapan halifenin, namıdiğer padişahın emriyle cafcaflı bir kitap üzerinde gizli gizli çabalıyor, nesneleri ölmezleştiriyorlar. Cihangir hünkârın resminin Frenk usulünce nakşedileceğine dair söylentileri işiten, ancak bu resimleşmenin dinen caiz olmadığının endişesini taşıyan nakkaş Zarif Efendi, o günlerde zuhur eden ve dört bucakta nam salan Erzurumlu vaiz Nusret Hoca’nın gerici ve yobaz camiasıyla ilişkili olmasının da etkisiyle düşüncelerini meslektaşı Zeytin’e açıklıyor; böylece çam deviriyor ve tedbirsizliğinin cezasını hayatıyla ödüyor; çünkü hışımlı Zeytin, onun kendilerini Nusret Hoca’ya ihbar etmesi hâlinde dehşet saçan müritlerinin baskınla her yeri yakıp yıkabileceklerini düşünüyor, daha sonra Enişte’yi de katlediyor.

Katilin ortaya çıkarıldığı sahne akıl dışıdır. Padişah, baş nakkaş üstat Osman ile Kara’ya caniyi tespit etmelerini buyurur. Bu polisiye öyküde Kara’nın teyzesi maktul Enişte ile evlidir, Kara da Enişte’nin nazenin kızı Şekure ile evlenir ve damadı olur ki müessif olay esnasında yeni evlidir. Cinayetin failini araştırırken mekik dokuyan Kara, zanlılardan Kelebek, Leylek ve Zeytin ile münazara ederken, ansızın üçü birden kavlediyorlar ve fısıldaştıktan sonra gümbedek Zeytin’in üzerine çullanıyorlar; bilahare kıskıvrak yakaladıkları Zeytin’in gözlerini sorguç iğnesiyle kör ediyorlar. Ne ilginçtir, kısa süre sonra kör olacağını anlayan Zeytin şabanlaşıyor, cır cır ötüyor ve suçunu itiraf ediyor. Bir cinayetin bu türlü aydınlatılamayacağını bilmek için devriye gezen polis veya tahkikat yapan jandarma olmak gerekmez, omurilik sıvısı zedelenmemiş beyin kâfidir. Öte yandan, kaybedecek şeyi kalmayan er kişi veya cicikli dişi bülbül gibi şakımaktansa susar, en iyi ihtimalle bilmece gibi konuşur. Birbirlerinden şüphelenen ve iğne üstünde oturan dört nakkaştan üçü, o muğlak ortamda, hangi nedene dayanarak dördüncü kişinin katil olduğuna hükmediyorlar? Bu kafadarlığın sebebi bilimsel açıdan bir muammadır. Evvelsi sayfalarda düğümün çözülüşüne dair mantıki bir emare olsaydı eyvallah derdim ama okur gözüyle Zeytin’in aleyhinde kullanılabilecek bit yeniği kokusu alınmıyor. Besbelli postmodern romanın planlanışı, sunuşu, sonlandırışı, kurgusu, içeriği, biçemi, ölçülülüğü, artık her ne zıknabutsa bu formattaymış ve “Modern roman da neymiş, moderne üç posta kaydıralım,” manasına geliyormuş.

Bu fâni eserde o çağın figüratif resim sanatı hususiyetle incelenmiş, cinsliklerle dolu satırlarda tozlaşan cesetler, kurulaşan ağaçlar ve natürel renkler dahi çıtır çıtır konuşabiliyor. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu kitabı Siyonist teşkilattan bir yamuk mu, yoksa Nişantaşı eşrafından Mister Pamuk mu yazmış, ciddi kuşkularım var. Mister’in zeki ve bilgili olduğunu kabul ediyorum; Orta Doğu tarihi üzerine okumuş, dibini kurcalamayı seviyor, fakat kâbussuz yaşamı boyunca halkın arasına karışmadığı ve ekmek parası uğruna bir damla ter akıtmadığı için genel yurttaşlardan hayli farklıdır, dolayısıyla yapıtlarında kodamanları kaleme alıyor. Bu yavanlığa mecbur kalıyor, zira kıçını yırtsa bile alelade yurttaşların yaşam koşullarını tahayyül edemez. Sıkıysa fiziki güç kullanımı ve el yatkınlığı gerektiren bir işte becerisini sergilesin, ben de tükürdüğümü yalayayım. Yalnız şu uyuşukluğa mim koyayım: Mugalatacı Mister’in edebi formasyonunu yeterli bulmuyorum, hatta yeterince kitap okuduğuna da inanmıyorum. Düz yazılardan oluşan yapıtlarında tatlılaştırdığı yazarların herkesçe bilinen, türlü yorumlar yapılan, hülasa kesyapıştıra uygun kişiler olması dikkatimden kaçmadı. Mavracı Pamuk’un idolü olan ve kasvetli eserlerini sekreterine dikte ettiren Dostoyevski’yi örnekleyeyim. Romancılığın amentüsü Dostoyevski ise lafım yok, değilse ki bu kanıdayım, o zaman düşünüp taşınalım, derim. Uygarlık gittikçe gelişti, üretim makineleştirildi, tüm yarışçılıklarda dünya rekorları paramparça oldu, aya ayak basıldı, canlılar kopyalandı, genel görecelilik teorisiyle dogmalar tepetakla gitti, Neptün, Mars, Jüpiter, Merkür, Plüton, Uranüs, Venüs, yıldızlar, meteorlar, uydular, astreoitler ve diğer galaksilerde yaşam emareleri bulunup bulunmadığı tartışılıyor, gelgelelim 1917 Ekim devriminden önce yetişen Dostoyevski, Tolstoy, Çehov, Gorki ve Turgenyev haricinde yetenekli Rus yazarına rastlandığını işitmedim, okumadım. Dev yazarların şişirildiklerini ileri sürmüyorum, lakin troykalarıyla ünlü koca Rusya’da, Bolşevik ihtilalinden sonra bir tane bile nitelikli eser veren sanatçı çıkmadı derlerse, öyle sanatseverliği yadırgar, birilerinin göz ardı edildiğinden pirelenirim. Bu sürrealite, kapitalizmin soğuk savaş dönemindeki propagandalarından biri olabilir. Rusça biliyorsak ne mutlu! Çar ve çariçe zamanında yazılanlar dâhil kaliteli ürünlerin alayını devirelim; Rusça bilmiyorsak, susalım yahut isimlerini zikrettiğim eski toprakları “en iyi” diye tanımlamayalım.

Mademki Mister 301’den yargılandığı esnada muttali olduğumuz üzere düşünce özgürlüğünün ateşli savunucularından birisidir, kendisini toplumsal fenomen konumuna getirmek isteyen yayınevindeki görevliler hakkındaki samimi değerlendirmelerimi de anlayışla karşılayacaktır. Böylece ilk romanını yazdıktan sonra ödül de almasına karşın yayımlatabilmek için üç buçuk sene bekleyen şifrecinin kimlerin desteğiyle bu merdivenin basamaklarını tırmanabildiği anlaşılabilir. Kaygıdeğer ama saygıdeğmez abimizin eciş bücüş dosyalarını İletişim Yayınevi kitaplaştırıyor, onu fi tarihinde Can Yayınları’ndan transfer etmişlerdi; bu kumpanyanın sahipleri eserlerinde Osmanlı tarihine yer veren veya mahallileşen yazarlara sürgülü kapıları ardına kadar açıyorlar. Kitap kurduyum, tarihe meraklıyım, tarihsel şahsiyetlere alaka duyuyorum, ille de Tanzimatçılara sempati besliyorum. Buna rağmen İhsan Oktay Anar’ın Amat’ının yirminci sayfasına varamadım; Arapça kelimelerin fazlalığından illallah deyip boşladığım bu eser kült roman diye lanse ediliyor. Murat Belge’nin direktörlüğündeki İletişim Yayınevi’nin bünyesinde sözüm ona sosyalist öğretiyi müdafaa eden Birikim Yayınları da yer alıyor. Birikim Dergisi genel yayın yönetmeni Ömer Laçiner, NTV’de 17 Ekim 2006 tarihinde Can Dündar tarafından hazırlanıp sunulan “Neden“ programında “Milliyetçilik Neden Yükseliyor?“ konulu açık oturuma katılmış ve küreselleştirmeye gönül veren merkezcileri bilgilendirmişti; yıllar evvel İletişim’den çıkan bir kitabıyla MHP uzmanlığına soyunan fosyalist editör Tanıl Bora da beyefendiye eşlik ediyordu. Naklen yayımlanan bir maçla çakışmadığı için fosyalist abilerimi futbolseverler de izleyebilmişlerdi; bizle iletişim kuran İletişimcilere müteşekkirim, pirüpak oldum. O Tanıl Bora ki oyunun kurallarını olsun öğrenmeden futbol hakkında ahkâm kesebiliyor, karaladığı manasız cümleleri kitap diye sunabiliyor. Bora, sporseverlik türküleriyle millete külahını ters giydiriyor ama ömründe bir kez olsun dömivole yapmadığı anlaşılıyor, yoksa ayağı çıkar, bastonla gezerdi, sakatlanışıyla takımını eksik bırakması da caba! Bu spor dalı onu kötürümleştirir, tıpatıp arızalılara benzeyen tipiyle ofsayda düşüyor, başka mecralara akması menfaatinedir. Fasa fisoyu bırakıp neticeye geleyim. “Birikim Dergisi’nde sosyalizmin güzelliklerini üstünkörü açıklayan bu fosyalistler Orhan Pamuk’un arkasında duruyorlar,” desem, ikide bir birbirlerinin arkasına geçen ibnelerden bahseden bir yazara laf çaktığımı sanabilirsiniz; o hâlde bu kabil bir tanımlamadan uzak durayım. Mister’in efemine tavırlar sergilediğini işitmedim, masumiyetine inanmak zorundayız. Gene de tüm kalbinizle, “Yetmiş beş milyon Türk, hep beraber onun ve maval okuyan ekibinin arkasındayız,” derseniz, paşa gönlünüz bilir. Demokrasi özürlü diye damgalanan bir ülkedeyiz, mevsimlik yaşıyoruz, yurttaşların hem milliyetçi hem sosyalist çizgide uzmanlaşmalarına şaşırmıyorum, İletişim Yayınevi de sol gösterip sağ vurma ve kavuk sallama mevzularında ustadır. İlkesizliği ilke edinen ve literatüre “şovenist Marksistler” diye yeni bir deyim armağan eden destekçiler var iken, Orhan abimiz evvel Allah nice ödülü bohçalar.

Ömrühayatında bir damlacık alın teri akıtmayan ama Marksizm bayraktarlığı yapan ve de Hale Soygazi çapında bir fotomodeli, aktristi kafesleyen Murat Belge’ye geçeyim. Savunduğu emekçi zümreyi bırakalım, doğduğu günden beri içinde yaşadığı burjuva ideolojisinden bile bihaber olan Murat Belge ile canlı yayınlarda birebir münakaşa etmek, edebi ve entelektüel kifayetsizliğinin boyutlarını cümle âleme ispatlamak isterdim, hem o da etkileşim becerisini test eder. Torpilli profesör üniversite kürsülerinde ders veriyorsa kabahati bana yüklenemez, akademik unvanlarını ben vermedim ki gocunayım ya da iki tutam sakalını yolayım. Kendisiyle ortak paydamız olmadığını müşahede ettiğim için gurur duyuyorum. Nalbant arkadaşım Sinan hava karardıktan sonra zilzurna geziyor ve fosur fosur puro içiyor, ona mahallece purofüsür diyoruz, şimdiye dek yüzümüzü kara çıkartmadı, lakabının hakkını verdi; endamıyla iki koltuğa zor sığan Monşer Belge ile meslektaşlığı bana meyvesiz ağaçları hatırlatıyor. Zamanın Basın Yayın Genel Müdürü Burhan Asaf Belge’nin oğlu ve Türk Dil Kurumu’nun kurucularından Yakup Kadri’nin halazadesi sıfatıyla hot zot atan bu şahıs hakkında söyleyecek epeyce sözüm var ama mahkemelere ödeyecek param yok. DNA kompetanı değilim, genetikçilerle de düşüp kalkmadım, dolayısıyla şunun bunun nesebi hakkında fikir yürütemem. Fıkracı Engin Ardıç’ın cep anlatı dizisi kapsamında neşrolunan kitaplarının tümünü yalayıp yuttum, meşhur Emmanuelle filminde oynayan erotizm tanrıçası Slyvia Kristel’in mabadına varıncaya değin tafsilatlı açıklamalar yaptığı “Teğel Teğel Hüzün” isimli yapıtına değineceğim. Ardıç kuşu, namıdiğer fakir pek sık yaptığı gibi başka dergilerden, almanaklardan, kitaplardan … materyal araklamak suretiyle karmaşık sorunları şeffaflaştırmış; geçmişin ünlü film yıldızlarından Zsa Zsa Gabor’un anılarını da okumuş ki “Bayan Jaja, Ya da, Üvey Anan Koca mı Gördü?” başlıklı yazısında yekten Murat Belge’yi fitillemiş. Ardıç abimiz benim indimde hergeleliğin duayenidir ve muhabirlikte üstüne yoktur, “Nokta Dergisi’nde rewriting yapıyordum,” derken galiba bu nevi tırtıklamaları kastediyordu. Bu kudretsizliği okurken parmak ısırdım, paylaşayım, yorumunu size bırakayım. Burhan Asaf Bey önceleri CHP’de siyaset yapmış, bilahare hidayete ermiş ve Adnan Menderes’in Demokrat Partisi saflarına geçmiş. Oğlu Murat Belge bir zamanlar Marksistlikle iştigal etmiş, ilaveten tarihe meraklı bir kişi izlenimi veriyor; umarım bu tarihi gerçekler tıraşsız yüzünü kızartmaz. Hakkın rahmetine intikal eden pederine yahut kendisine fırıldakçı demiyorum ama şu anki fikir yelpazesinin hangi yöne estiğini öğrenmek isterdim. Piçoz muhabbetlerin tellalı ve dahi tornistan uzmanı Enginar Dıç’ın işbu kitapta buyurduğuna bakılırsa, Burhan Asaf Belge, bir sürü erkeğin kalbini çalan bu cinsilatifin ilk kocasıymış; Gabor bacıyla 1935 yılında dünyaevine girmişler, 1939 yılında boşanmışlar, nafaka bağlanıp bağlanmadığını bilemiyorum, ancak karalar bağlanmış. “Sıcakkanlı Türk’e böyle bir evlilik yakışırdı, bravo!” diye övünmeyin, çünkü gelinlik koleksiyoncusu da diyebileceğimiz asortik gacının kaleminden çıkan cümleleri öğrenince hevesiniz kursağınızda kalacak. Tam dört sene süren bu mantıklı (?) birliktelik esnasında heyecansız Burhan Asaf Bey’in eli Zsa Zsa dilberinin eline değmemiş. Yuh! Rahmetli Asaf Bey’i sübyancılıkla suçlamıyorum, fakat bedbaht yengemiz erişkin değilmiş ki, “Burhan, kocadan çok amca gibiydi. Beni okula gönderdi, dişlerimi yaptırdı,“ gibilerden çiziktirivermiş. Çifte kumrular, Burhan Asaf Bey Budapeşte Türk büyükelçiliğinde basın danışmanıyken tanışmışlar. Babalığın lolitaya sevdalanışına da kovalayışına da kulak asmıyorum, çünkü Zsa Zsa 15 yaşında körpe kız iken tekaütlüğü yanaşan temsilcimiz 43 yaşındaymış, yani arada 28 yaş farkı var. Nikbin kızcağızın tam on üç köpeği varmış; tangırtıdan elaman çeken ve on dördüncü iti getirmesine izin vermeyen babasıyla anlaşmazlığa düşmüş, çocukça bir öfkeye kapılmış, ceketini omuzlamış, derli toplu evini terk etmiş ve bir sığınmacı misali Burhan Asaf Bey’e kaçmış. Çok köpekli Gabor Hanım, eserinde havlayan finolarına değinmemiş, “Burhan Bey hariç tüm kocalarıma âşık oldum, evliliğimiz boyunca Burhan’la hiç yatmadım,” diyormuş. Eyvah ki ne eyvah, gel de şimdi gazaplanma! Ne şiş yanmış ne kebap, alyans ve takılar uğruna çarçur edilen kaymeler güme gitmiş, sefirlikteki gayretkeş dostların harcadığı emekler neticesiz kalmış, nikâhsızlık daha iyidir. Asaf Bey, idam cezası infaz edilen Demokrat Parti lideri Adnan Menderes’i Radyo Gazetesi’nde siyaseten savunduğu halde kılına halel gelmemiş, oysaki et tırnak olduğu dava arkadaşları Yassıada’da sürüm sürüm sürünmüşler. Yoldaş Murat Belge babacığının nasıl sigortalandığını ve akıbetini uzunca anlatırsa derinleşiriz. Yazamama yeteneği ve üslupsuzluk Allah vergisidir, her kula nasip olmaz; bu rağbetsiz vasfına binaen berbat eserler vermek isteyen ve büyük bir başarıyla gerçekleştiren Murat Belge’nin yapıtları ninnilerden farksızdır, doğrusu kafama sıksalar hiçbirini sonuna kadar okuyamam, maalesef gâvurcadan tercüme ettiği kitapların da tadı tuzu bozuluyor. Mesela, Nobel ödüllü William Faulkner’in Ağustos Işığı isimli romanı, Cem Yayınevi tarafından 1983 yılında basılmış. Bu kitap konusu itibarıyla bir serüven romanını aratmıyor, gayet tempolu izlenimi veriyor amma son satırına değin okuyabilen yazıncının alnını karışlarım. Bu zevksizlik yazardan yahut düzeltilerdeki kopukluktan değil de hezeyanlarını dökmek için edebiyata merak saran basiretsiz tercümanından kaynaklanıyor. Ne yapın edin, saçma sapan cümleler ve bir sürü Türkçe yanlışlarıyla dolu bu yapıtı bulun, çünkü bu derece yeteneksiz bir adamın nasıl olup da podyumlara çıkabildiğine, üstat payesi alabildiğine anlam veremeyeceksiniz. Aslında iddiacılıktan hoşlanmam, fakat laf olsun torba dolsun babından kişnemediğimi, kati surette hakaret etmeyi veya çamur atmayı düşünmediğimi, aksine formel ölçütleri baz aldığımı, iyi niyetliliğimi ve tutarlılığımı ispatlamak adına cesur bir adım atayım: Objektif olamayacağımı farz edelim ve beni sallayalım, bu gezegendeki kitapseverlerin tümünü de evhamlı diye eleyelim ve iki kafadara danışalım; eğer Murat Belge, o çevirisini makul düzeyde buluyorsa ve kankası Mister, “He lan, Monşer Murat haklıdır, kalıbına tükürülesi Reziliazam durduk yerden kıyamet koparıyor,” diye onaylayabilirse, her kitabımın kapağına, “Şerefsiz Şenol Onay denli densiz söz söyleyerek milletin kan dolaşımını hızlandırıyor, mırıltılarını kale almayın, köpekoğluköpeğin biridir, sivri dilini kudurgan leoparlar yesin,” yazdıracağım. Sayın abim! Kendi çiziktirmelerine lafım yok, ister parşömen kâğıdına yaz, ister kuşe kâğıdıyla bastır, beğenen vatandaş okur, beğenmeyen şahıs hastir çeker ama çeviriyi sıradanlaştıramazsın, yöreselleştiremezsin. Lütfen, vasıflılık isteyen bu hobinden vazgeç, sittinsene kahrını çekemem. Geç kalmadın, kemiksiz beş on sene yaşarsın, zati cehennemliğim, öte dünyada gün yüzü görmeyeceğim, bari şu âlemde yakamdan düş de mesleğinin erbabı çevirmenlerden kana kana William Faulkner okuyayım. Bana bu kıyağı çekersen, helvanı yerken seni minnetle yâd ederim. Senden istifade edilebilecek branşlar bulunabilir ama edebiyat olmadığına garanti verebilirim. Hangi sen? Yerküredeki her maddeden randıman alınabilir. Mesela kireçli taşı tebeşir olarak kullanabiliyoruz, atık kâğıdı oluklu kartona dönüştürebiliyoruz; fosilleştiğinde seni de petrol olarak değerlendirebilirler. Mösyö Belge! Bana bir iyilik yap, benden uzak dur; kendine bir iyilik yap, insanlardan uzak dur, ıssız adada tek başına yaşa, zira haysiyetine düşkün bir erketeci tarafından yetmiş iki parçaya ayrılana dek şişlenebilirsin. Cavlağı çekmen için dua etmek bana, şu mümtaz kültür aristokratına pislik yapmak da sana yakışmaz. Doğum günüm, benim indimde öldüğün gündür; bu da okurların yakasından düşmenle olabilir. Sonuç alana kadar kültür bakanı, başbakan ve cumhurbaşkanına varan silsileimeratip zincirine başvurmamı istemiyorsan, artık kaybol. Günahkâr olmasına günahkârım, her naneyi yedim, ancak senle muhatap olmak gibi bir yaptırımı hak etmedim. Oğuz Atay diyeli, bat dünya bat! Yaratıcı yazar olarak öldürücü tacire, daha doğrusu çırpındığı halde yazamayan beyefendiye iyi dileklerimi sunamamamın üzüntüsüyle kavruluyorum. Senle kontakt kurarak yaşamaktansa ölmeyi, nur yüzünü görmektense kör olmayı, yirmi desibel şiddetindeki detone sesini duymaktansa sağır olmayı yeğlerim. “Murat Belge’nin çevirilerinden hazzeden kimse yok mu?” diyeceksiniz. Memet Fuat De Yayınevi’ni kurmuş, Akşit Göktürk’ün filoloji öğrencisi olan Belge abimize kucak açmış, hatta “Duyumsanmayan Karanlık” isimli kitabında, “Faulkner, Joyce gibi yazarların yapıtlarını çevirmekte büyük başarı gösteren Murat Belge,“ tabirini kullanıyor. Som altının kıymetini simyacı ile kuyumcu bilir, Memet Fuat kitaptan, edebiyattan ne çakar? Memet Fuat denilen zat karalamalarını kitap diye piyasaya sürmüş; deneme türünden tiksinmeye niyetliyseniz, herhangi bir eserinin üç beş sayfasına göz gezdirmeniz yeterlidir. Memet Fuat’ın babası yazar Vedat Örfi, üvey babası Nazım Hikmet’dir; bu abimiz lisedeyken verem geçirmiş, spor hayatı başlamadan bitmiş, çürük raporu alıp askerlikten yırtmış, fakat karakterini tartışmaya niyetim yok, tezkerecilikten huylanması kendi problemidir. Memet Fuat bulunduğu her yere gökten zembille inmiş, örneğin 1972–1980 yılları arasında Mehmet Bengü adıyla voleybol milli takımımızda antrenörlük yapmış ama iki üç sene öncesine değin hayatında voleybolla ilgilenmemiş, hiç küt çakmamış, daha doğrusu bol bol kepçelemiş. Akşit Göktürk’ün adı geçmişken kısaca değineyim. Bu beyefendi çeviri üzerine dersler veriyor, maşallah profesörlüğe dek yükselmiş; ucuzluğuna kandım ve “Sözün Ötesi” isimli 222 sayfalık yapıtını okumak istedim, ne var ki on sayfa bile gidemedim. Tahsin Yücel’in ön sözüyle her yazının sonundaki notlar dizinini atarsak geriye 150 sayfa anca kalır; kolayca hatmedilecek bir kitaba benzetmiştim, meğer serap görmüşüm. Gudubet denemeleri alıntılarla doluydu, para verdim diye kendi kendimi şamarladım, malullüğüme ramak kaldı. Akşit Göktürk’e ilişkin değerlendirmelerim tahkir kapsamına girebilir, korkusuyla ötesini berisini kurcalamayacağım, arif olan anlamıştır. Gıllıgışlı Mister’i ve beklenmedik istikametlerde yelken açabilen yardakçılarını etraflıca tanıtayım dedim; Türkiye gerçeklerini kavramanıza bir nebze katkım olduysa ne mutlu bana! Kusturucu iddialarımı yabana atmayın, “Körler sağırlar, birbirlerini ağırlarlar,” lafının menşesini araştırın.

Lafı uzattım, zevzekliğimi bağışlayın, artık bağlayayım. Tozu dumana kattığıma bakmayın, hırçınlığı sevmem. Savunduğu fikirlere isnaden değil, bilakis saptayışlarını rötuşlattığından, metotsuzluğundan, yere ve zamana göre davranmayı şiar edindiğinden, kişiselleştirmesi gereken sivrilikleri millileştirdiğinden dolayı Mister Orhan Pamuk’a tavır koyuyorum. “Üç kıtayı ilhak etmişiz, milyonlarca Ermeniyi, Kürdü, Rumu, Lazı, Çerkezi tehcire zorlamışız, mütarekeden evvel azınlıkların çoğunu boğazlamışız,” desin, zerre iplemem, çünkü toleranslı bir düşünürüm. Samimi olması kaydıyla en radikal tezlere dahi müsamahalı yaklaşırım; Marx’ı, Taliban’ı, nazizmi, satanizmi, putperestliği benimsesin, umursamam; içtense, fikriyle zikri birse ve medenice meramını anlatıyorsa her tarikatçıya saygı duyarım. Son kitabının tanıtımı mahiyetinde Orhan abimizle röportaj yapmışlar. O da, “Roman okuyabilen herkes roman yazabilir,” buyurmuş. Hoppala! Şu popülist yaklaşıma bakar mısınız? Cevher yumurtlama diye buna derim. Mister Pamuk pembe boncuk dağıtıyor, faraziyesine inanmayın, işkembeden sallıyor. Yazmak dünyanın en zor, en saygın işidir ve tamamen kalıtımsal yeteneğe bağlıdır.


Onca havladım, anırdım, gene de Mister Pamuk’un eserlerini hararetle tavsiye edeceğim, çünkü o denli bir işkenceye maruz kalırsanız, hâlihazırda güllük gülistanlık bir yaşam sürdüğünüzü anlar ve mutlu olursunuz. Bizi mutsuz ederek mutluluğu öğreten burnu büyük yazara Allah zeval vermesin, tuttuğu teneke olsun, altın suyuna bandırsın, romancıklarına hayran kalan yığınları Yahudi tüccarlar vasıtasıyla dolandırsın. Âmin!

İçimde ukde kalmasın, kusarsam belki ferahlarım: Mister Orhan Pamuk bu ülkenin bekasını isteyen bir halk çocuğuysa ben orospu çocuğuyum; diğer hipotezlerim boğazımda düğümleniyor, anayasa ve babayasa hükümleri mucibince telaffuz edemiyorum.

Not: Reziliazam'dan alıntıdır, her hakkı saklıdır, izinsiz kopyalanamaz, başka yerde yayımlanamaz. Kitabım diye yazmıyorum, Reziliazam'ın kült eser olduğuna inanıyorum, lakin fincancı katırlarını ürküttüm, dokuzuncu köyden kovuldum. İbnetorların ambargosunu delin, okuyun, okutun, kütüphanelere tavsiye edin.

My future plan

After translating my first satirical novel, Horgeneral, into English, I will try to reach foreign publishers, but I will not delay, I will t...